Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

28 Ağustos 2009 Cuma

Yeniden tatiiil :)

Yarın sabah 07.00'de hızlı feribota biniyoruz. Bandırma'da iniyoruz.

Sonra, ver elini Artur!

İnternetim olmayabilir, çünkü bu sefer aşkımsız gidiyorum. Hepinizi buzz gibi Artur denizinden seviyorum :)))

Gelin birlikte çözelim.

'Gelsenize ya, beraber oynayalım, bak küserim ha'

Radikal gazetesinin bugünkü manşeti:

Başbakan gerginliği düşürebilecek bir çağrı yaptı
Erdoğan'dan muhalefete: Gelin hep birlikte çözelim

Pışıık! Yemezler (artık). Neden mi?

Öncesinde:

- MHP siyasetinin ana ekseni terör
- MHP'nin yaptığı milliyetçilik değil ırkçılık, milleti bütünleştirici değil bölücü
- Bahçeli bizim vatan sevgimizi ölçebilecek kalitede ve kariyerde değildir.
- Baykal çözümsüzlükten yana bir tavır içine sürüklenmiştir.
- Sen ne Erdoğan ne de Akepe için konuşabilirsin. Haddini bil, kendini bil. (RTE'den Bahçeli'ye)
- Amerika'nın bir projesidir diyenler, bunu ispat ederlerse herşeye varım! Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar.
- Yakalanıp getirildiği zaman niye Öcalan'ı idam etmedin!
- Hastalıklı bir ruhun dışa vurumu (Bahçeli için)
- Erciyes'te kurt, Ankara'da kuzu. Orada uluyacaksan, Meclis'te ulu

Bilmem kaç ay öncesinde:

'Derdimin (işsizlik) çaresini bilen yok mu, ey ahali? Çareyi söyleyene benden beşi bir yerde*'

*Beşi bir yerde:

ABD'nin krizi
Teğet vurdu bizi
Yapma bunun geyiğini
Çözebiliyorsan işsizliği
Ben bırakım bu siyaseti

Çarelerin söylenmesinden sonra ise:

- Öğren de gel
- Sen ne bilirsin ki
- Kırk fırın ekmek yemen lazım
- 10 koyun versen güdemez
- Hamsiye hakaret edeysunuz ('Vur vur inlesin, hamsi Baykal dinlesin' sloganına cevap olarak)

http://osman.borutecene.com/wp-content/pisik.jpg

27 Ağustos 2009 Perşembe

İlk 14 günün detayları - 5

Ali Çetin hoca da diğer aklı başında doktorların söylediklerini tekrarladı.

En önemlisinin, şu an optik sinirlere baskının ortadan kaldırılması olduğunu söyledi. Ne kadar acil diye sordumuzda, bir hafta - on gün içinde ameliyat olmalıymışım. Her ne kadar şimdiki dış görünümümle MR'lar tezat olsa da, hiç belli olmazmış. Bir gün yolda yürürken, ofisteyken veya evdeyken kolum, bacağım his ve güç kaybına uğrayabilir, hatta hareket etmeyebilirmiş; konuşmam saçmalayabilirmiş...

Bütün bunları o kadar 'güzel' anlatmıştı ki. Nasıl da ne dediğini bilen, ne yapacağından emindi. İnsanın gözlerinin içine bakarak, sanki 'Korktuğunu biliyorum, ama hepsi geçecek.' diyordu. Hiç acele etmeden. Dikkatini bizden başka hiçbir şeye vermeden. Aşkım sorduğu soruları birer kez daha soruyor, o ise, sanki ilk kez yanıtlıyormuşcasınaydı. Sabırlıydı. Önemli bir karar vermenin eşiğinde olduğumuzu takdir ediyordu. En önemlisi, en azından benim için, gülümseyrek konuşuyordu.

Peki, ameliyat sonrasında bizi neler bekliyordu?

Hiçbir şey yapmadan, sadece kafatasının açılıp kapanması bile belli bir takım hasarlar bırakabiliyordu. Bunu aklımızın bir köşesinde tutmamız lazımdı. Benim ameliyatımdan sonra felç söz konusu olabilirdi. Çok büyük ihtimalle geçici olarak. Siz de doktorlara sinir olmuyor musunuz? Hep bir belirsizlik ortamında bırakıyorlar insanı... Ama, onlar da haklı, hiçbir şeyin garantisi yok ki! 'Hiçbir yan etkisi olmayacak' ya da 'Kesinlikle kalıcı felç olmayacaksın' nasıl desin ki? Ya bu kadar kesin konuştuktan, bir nevi garanti verdikten sonra, hasta en basitinden tazminat davası açmaz mı doktoruna? Ya da gazetelerde okuduğumuz üzere, otoparkta öldürülmez mi o doktor?

'Geçici' felç olma durumumda rehabilitasyon-fizik tedavi uygulamalarıyla, mümkün olduğu kadar eski 'tam iyiliğime*' kavuşturacaklardı. Fizik tedavi ünitesini de görmek ister miydik? Hayır, şimdilik kalsındı. Konuşmak, sormak istediklerimiz bitince vedalaştık, Ali Çetin hocayla. Bize kartını verdi, arkasına cep telefonu numarasını da yazdı.

Hastaneden çıkıncaya kadar tek kelime etmedik birbirimize. Bu güne kadar, ne kadar doktor gezdiysek, hiçbiri hakkında ben bir şey söylemeden aşkım iyi-kötü hiçbir yorum yapmamıştı. Bu sefer de öyle oldu. 'Ameliyatımı galiba Ali Çetin hocaya yaptıracağım.' dedim. 'Sen öyle karar verdiysen, öyle olsun. Bir doktor daha var gideceğimiz. İstersen onu da gör.' dedi. Evet, tabi, görecektim. Ama biliyordum ki aşkımın da içine sinmişti Ali Çetin Sarıoğlu.


* 'Sağlık' kavramı artık sadece hasta olmamaktan ibaret değil.
"Sağlık yalnız hastalıklardan arınmış olmak değil, aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik halidir."

25 Ağustos 2009 Salı

Tarih yalan söylemez

15 Şubat 2009

Radikal manşeti: Yeşili yok etme lobisi Ankara'da işbaşında

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: CHP'li medyanın mumu 29 Mart'ta sönecek, Yardımların sebebi Kılıçdaroğlu'nun Tuncelili olması, CHP'nin 3. telekulak iddiası da asılsız çıktı; 'Gündem'den: ÖSS'de Türkiye birinci olan öğrencinin hediyesi otomobil

16 Şubat 2009

Radikal
manşeti: Çevre Bakanı çevreciye karşı

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: Meydanın coşkusunu gören Erdoğan halktan %47'nin üstünde oy istedi; 'Gündem'den: Padişah ve şehzade türbeleri sahipsiz kaldı

17 Şubat 2009

Radikal manşeti: İşsizlikte rekor artış

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: CHP'den AK Parti'nin 'anayasa için uzlaşalım'teklifine ret, Kılıçdaroğlu'ndan Gürsel Tekin itirafı, G. Tekin'i canlı yayında terleten sorular; 'Gündem'den: Galoş enfeksiyonu değil, kiri önlüyor, Cem Yılmaz 'Varım' dedi program rekor kırdı

20 Şubat 2009

Radikal manşeti: Ceza maliyeden, infaz Erdoğan'dan

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: Erdoğan: Vatandaşlarımız şerefle 'Ben Türk'üm' diye başı dik gezebiliyor, CHP'de sular durulmuyor; 'Gündem'den: Ergenekon tutuklularının sağlık raporlarına çifte soruşturma, Çocuklarını evlendirmek için kozalak sayıyorlar

22 Şubat 2009

Radikal manşeti: Ve meydanlar ısınıyor

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: Diyarbakırlı çocuklar Başbakan'dan oyuncak almak için yarıştı, Kılıçdaroğlu ekmeğin fiyatını biliyor mu?; 'Gündem'den: TSK'dan 'ulusalcı subaylar' davası, İlhan Selçuk savcıyı böyle tehdit etti: Bugünün yarını da var!

23 Şubat 2009

Radikal manşeti: ABD çekilirken teğet geçmeyecek

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: Erdoğan: Mardin'e yatırımlar sürecek, Ucu nereye varırsa varsın Ergenekon'un peşini bırakmayız; 'Gündem'den: Coca Cola'ya şişedeki naylondan ceza

24 Şubat 2009

Radikal manşeti: 20 yıl ve 4 seçim geçti, ziniyet hala değişmedi (yerel seçim şantajı)

Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: İşsizliğe çaren varsa söyle, yerine getirmezsem siyaseti bırakırım, Meydanlarda dosya sallayarak yargıya müdahale edilmesi Türkiye'ye yakışmıyor; 'Gündem'den: Cumhuriyet'e saldıranlarla ortak noktaları Doğuş Faktoring, Ses kaydı montaj diyerek kurtulma dönemi bitti

25 Şubat 2009

Radikal manşeti: Eğitimde vahim tablo, ne fırsat var, ne eşitlik
Zaman gazetesinden, 'Politika'dan: 29 Mart'ta manşetleri millet atacak, AB'den Türkiye'deki seçmen listelerine tam not; 'Gündem'den: MEB 4.5 dakikada 8 bin 285 öğretmeni atadı, Ergenekon-Türk Metal ilişkisini anlatan sendikacı zorda

26 Şubat 2009

Radikal manşeti: 10 saniyelik bir şey (Hollanda'da düşen Türk uçağı)

Zaman gazetesinden: 'Politika'dan: Kürtçe konuşmayı DTP'li vekillerin üçte biri anlamadı, İşsizlikle mücadelede işbirliğine hazırız; 'Gündem'den: Uçak piste ulaşamadı, GATA şaibeden kurtulmak için özerkleşmeli

7 Mart'ta Hillary Clinton Türkiye'deydi, gündeminde ABD'nin Irak'tan çekilmesi de vardı. 12 Mart'ta, C.bşk. A.G. İran'dayken ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Jeffrey 'Gül, İran'a samimiyet mesajımızı iletti.' diyordu. İran'a giderken de Gül, Kürt sorunu için 'İyi şeyler olacak.' demişti. 'Kürt sorunu' söyleminin zamanlamasına dikkat! Hillary'nin jetinin dumanları daha hava sahanlığımızdayken...

Neredeyse bir aylık dönemde 'Kürt sorunu' ile ilgili herhangi bir şey var mıydı, diye sıraladım yukarıdaki gazete içeriklerini. Ben göremedim. 24 Mart'ta, 'Neydi oranın adı yav?' diyerek gazetecilere kim şakacıktan 'Kürdistan' dedirtmişti? 8 Nisan'da Obama, güzel ülkemi ziyareti sırasında 'Türkiye bölünmez, Kürtler özgür olmalı.' dememiş miydi? 6 Mayıs'ta Bilge köydeki katliam gerçekleşti. Kimse gerçek nedenini anlayamadı, eski bir dava, balık tesisi ve nişan dendi. R.T.E. 'Hiç bir töre bunu mazur gösteremez. Medya, üniversiteler, herkese görev düşüyor.' dedi. 9 Mayıs'ta C.bşk. A.G. 'Türkiye'nin birinci sorunu Kürt sorunu' demecini gördük gazetelerde.

Aradaki tarihlerde her zamanki gibi Ergenekon kod adlı davalar, soruşturmalar zinciri, kriz, seçim sonuçları, maçta Ermenistan sınır kapısı açık olur-yok olmaz ya atışmaları, Azeri kardeşlerimizle küstüm oynamıyorum-ama olmaz, kardeşiz bak biz numaraları ve benzerleriyle uğraştık milletçe.

Tarihlere baktığımda şöyle bir şey görüyorum: ABD'nin Irak'tan çekilmesiyle birlikte Irak'taki Kürtleri çok fena feci günler bekliyor. Malum, Iraklı Araplar... Sebebini bilmediğim bir şekilde ABD Iraklı Kürtleri korumak istiyor. Bu iş için Türkiye Cumhuriyeti'ni görevlendiriyor.

Bence olay bu kadar basit.

Blog'um gazeteye çıktı!

Ne oldu biliyor musunuz?

Blog'um ünlü oldu! Gazeteye çıktı! Aslında bu bugünün haberi değil. 12 Ağustos'ta HaberTürk gazetesinin Editoryal sayfasında 'Web günlüğü BLOG' köşesinde "Biraz Daha Anlayış!" yazımın bir kısmını yayımlamışlar :)



Gerçi yazımın içeriği ile ilgili olan kısım bu değildi, ama olsun :)

Tatil, yolculuk derken o günkü gazeteyi atlamışız. Şansıma, BİR kişinin yorumu sayesinde haberim oldu. Kendisinin de başına aynı şey gelmiş, haftalar sonra bir arkadaşından duyunca haberi olmuş. Ama, görememiş gazetede çıkan yazısını.

http://icimdengeldigigibii.blogspot.com/'a ne kadar teşekkür etsem, azdır.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Görüntülü telefon :)


Sevgili arkadaşım Zeynep'e teşekkürler :)

Hastane işleri

Belki söylemişimdir. Beyin rektifiyesi 2'den sonra Ankara GATA'da rehabilite edilmeye çalışılmıştım. Oradaki doktorum, Dr. Evren, en son taburcu olurken İstanbul GATA'daki Dr. Engin'e havale etti beni. Her kontrolde Ankara'ya gelmem zor olacağından...

Düzenli kullandığım ilaçlar ve botox için rapor çıkartıyoruz. Ankara'nın hazırladığı raporun süresi bittinde, mesela Botox raporumu İstanbul'dan hazırlamışlardı. İlaç raporlarımın süresi bittiğinde zaten emeklilik işlemlerim de devam ettiği için, Dr. Engin 'Şimdi SSK'lıyken rapor çıkarsak bile, emekli olduğunuzda raporu yenilemek durumundayız. İsterseniz bekleyelim bir sefer çıksın rapor.' demişti. Bize de mantıklı gelmişti. Emekli olduktan sonra doktor izne gitti - geldi, çeşitli eğitimlere - kongrelere katıldı, biz de üşendik, derken bir şekilde rapor almadık.

Hülya anneler Çeşme'ye geldiklerinde raporlarının süresi bittiği için buradan çıkarmayı denemişler. Tabi İstanbul'a oranla hastaneler o kadar boş ki, çok kolay halletmişler. Eğer beyin cerrahisi bölümü varsa, biz de hazır gelmişken rapor işimizi burada halledelim diye düşündük. Şansımıza bölüm varmış, doktor İzmir'den haftada bir gün geliyormuş. Pazartesi günü Oktay baba sıra numarası almak için erkenden gitti hastaneye, nitekim 1 numara bizdeydi.

Doktor gelince hemşire '1 numara' diyerek bize seslendi, muayene odasına girdik. Günaydınlaştıktan sonra doktora (Prof. Dr. Mehmet Eti) ne için geldiğimizi söyledik. Ameliyatlarımı önce ben özetledim; sonra epikrizlerden okudu, önceki raporlarla birlikte. Tepkisini şöyle dile getirdi: 'Enteresan!'

Raporu hazırlaması biraz zaman aldı, çünkü hastanenin bilgiyasar sisteminde bir arıza vardı. Raporun isim-soyad kısmını dolduracak, şöyle bir durdu, güldü. 'İspanyol asilzadeleri gibi...Nüfus cüzdanınızda da böyle mi yazıyor?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Nasıl sığdıracağız şimdi?' diye sordu. 'Fontu küçülterek yazarsak olacak, galiba.' diyerek kendi kendisini yanıtladı. 'İkinci ameliyatımdan sonra Ankara GATA'da yatmıştım, orada da problem olmuştu zaten.' dedim. Biraz bekledikten sonra, işinizi bölmezsem konuyla ilgili bir olay anlatmak isterim.' dedim. Mehmet Bey: 'Tabi, buyrun.' deyince, başladım hikayeme:

GATA'ya yatışım yapıldıktan sonra uygulanacak tedaviler konuşulurken, Dr. Evren'e benim konuşma terapisine de ihtiyacım olduğu söylenmiş. Doktor Evren'in yanıtı şu olmuş:

- Yahu, o 'Bendeniz diye başlayıp adını soyadını söylese terapi olur!

Mehmet Bey'in, aşkımın ve benim gülmekten gözümüzden yaş geldi resmen. İşin daha komiği aşkımın tepkisiydi:

- Ben bunu bilmiyordum!

Daha çok güldük. Tabi sonrasında açıkladım hemen: 'Böyle konuşmam sadece adımı soyadımı söylemekle olmadı.' diye. Neden terapi olacakmış ki adını soyadını söylemek diyecek olursanız, burada açık açık yazmayacağım ama, resmi kayıtlarda iki isimim, iki soyadım var. En kısasının 5 harfli 'Dilek' olduğunu da hesaba katın lütfen :))

Hastanenin bilgisayar sistemindeki arıza dolayısıyla emeklilik sigorta numaramı kafadan uydurma bir numara yazmışlar. Tabi doktor bu numarayı girince, düzelen sistem tanımadı. Birkaç kez daha denedi, olmayınca kayıt bankosuna gitti ki nedir anlasın diye. Aşkımdan da arkasından. İki dakika sonra aşkım yıldırım hızıyla odaya döndü, benim sağlık dosyamı taşıdığı sırt çantasını karıştırdı, küçük bir defter buldu. Yine yıldırım hızıyla kayıt bankosuna döndü. Biraz sonra doktorla beraber döndüler yanıma. Aşkımın yüzünde bir zafer ifadesi. Bunun farkında olan Mehmet Bey gülümseyerek: 'Kendisiyle gurur duydu.' deyince, ben de gurur duydum aşkımla, ama yine de sordum: 'Neden ki?' diye.

Mesele şuymuş: Hastanenin bilgisayarı genel sisteme tekrar bağlanmış. Fakat hastane bana uyduruk bir numara verdiği için sistem benim adıma arıza vermiş. Gerçek emeklilik sigorta numaram hiç bir evrakta yokmuş. Aşkım benimle ilgili her türlü bilgi, rapor vb her daim yanında taşıdığından, koşarak gelip aldığı defterde o da varmış. Böylece hastaneye bir amme hizmetinde bulunmuş, işlerini kolaylaştırmış :)

Sonunda raporumuzu, ilk reçetemizi de alıp, profesörle vedalaştık. 'İkinizde çok şeker çocuklarsınız, inşallah daha iyi olursunuz.' diyerek uğurladı bizi.











20 Ağustos 2009 Perşembe

Denizde dalga, hoşgeldin abla...

Sabah kalktığımızda kıpırtısız bir hava ve çarşaf gibi bir denizle karşılaştık.

Dünden antremanlı olduğum için, bir çabuk kahvaltı yapıp dümdüz denizi kaçırmayalım istedim. Şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım bir nedenle, yapamadık. Saat yine akşamüstünü buldu sahile inmemiz. O arada deniz dalgalanmıştı zaten. Çocukken, galiba ip atlarken söylediğimiz, bir şarkı dolandı dilime:

Denizde dalga
Hoşgeldin abla
Eteğini topla
Rahat otur abla

Aşkım da ezberledi, diğer herkes de. Artık öyle bir haldeydik ki, durduk yerde birimiz 'Deniz' dese, alakalı alakasız bunu söyledik. O kadar çok eğlendik ki, anlatamam! Neyse.

Kızlar (Demet, Nurcan, Güneş teyze) önden gittiler, biz arkalarından hareket aldık. Sahile indiğimizde öncü grup zaten yüzmüş, çaylarını yudumluyorlardı. Ben de, artık aç kurtlar gibi saldırmayayım denize, dedim, oturdum bir çay içtim. İçimin içimi kemirmeye başladığını anlayan aşkım 'Haydi' komutunu verdi. Önce rotamızı belirledik, kayaları bertaraf etmek için. Sonrası kolaydı artık. Dünkü kadar azgın(!) dalgalar olmadığı için, nispeten kolay oldu. Çeşme'yi bilenler bilir; denize girdiğiniz an her şey olması gerektiği gibidir. Belli bir süre ilerlediğiniz zaman su derinleşir, fakat sonra birden bire tekrar alçalır. Derken tekrar derinleşmeye başlar ve öyle devam eder. İşte bu ikinci derinliğe ulaştığımızda artık özgürlüğümü ilan etmek istedim. Aşkıma beni bırakmasını söyledim. Biraz zorlansa da sonunda kabul etti. Dengede durmaya çalıştım ve başardım! Düşünsenize, dalgalara karşı ben! Hatta ve hatta, daha da ileriye giderek, destek almadan yani kendi kendime yürüdüm bile!

Gülüp eğleniyorduk ki dalgalar büyümeye ve artmaya başladı. Bu bir uyarıydı.

Biz de uyarıyı ciddiye aldık. En zor kısım dünkü gibi çıkıştı. Dalgalar arkadan ittiği için kolay olur zannediyor insan ama, tam tersi. Denizden çıktığımızda hiç birimizin hali kalmamıştı. Birer çay daha içtik ve doğruca evin yolunu tuttuk.








Girit'li Hülya annenin lorlu tatlısı



Süt uyumuş, peynir doğmuş.

Yumuşak kıvama sahip olan lor peyniri tuzlu veya tuzsuz olarak üretilir. Narindir, çok uzun dayanmaz, çabuk bozulur. İtalyan peynirlerinden ricotta'ya benzediği söyleniyor, ben ricotta peynirini tatmadığım için bir şey diyemeyeceğim.

Favorim tatlı olanı. Kahvaltıda ince bir dilim kızarmış ekmeğin üstüne ince bir kalıp lor peyniri, üstüne vişne reçelinin suyu ve tam ortaya bir tek tane vişnesi, ya da bergamut reçelinin birkaç parçaya bölünmüş meyvesi, veya orman meyveli reçel sürerim. Bu, benim için kahvaltının kapanışıdır.

Lor tatlısı en sevdiğim tatlılardan biridir. Hani kurabiye gibi piştikten sonra şerbet dökülen. Fakat şerbetin miktarı çok önemli, yapış yapış olmasın da kurabiyeyi az bir şey ıslatsın. Mmm...

Dün akşam yemekten sonra tatlıya sıra gelmişti. Bir tabağın içinde börekler geldi. Hayda, ne işin var çayda, dedik, hep bir ağızdan. Büyükler güldü, tabi. İnceleyince şerbetli olduğunu gördük. Yaptığımız geyiği yazamayacağım, en sonunda bizim bile içimiz bulanmıştı :)))

Uzatmayayım, işte Girit'li Hülya annenin lorlu tatlısı:

2 Fırın tepsisi, 4 yufka için gerekli malzemeler:

- 750 gr tatlı lor
- 4 yumurta
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- 2 çorba kaşığı toz şeker
- 1 su bardağı süt
- 1 su bardağı sıvı yağ

Şerbeti için:

- 6 su bardağı su
- 6 su bardağı toz şeker
- 1/2 limonun suyu
- 1 tatlı kaşığı tarçın

Yapılışı:

1. Şerbeti yapıp, soğumaya bırakın
2. Loru, yumurtaları, tarçını ve toz şekeri çatalla ezin
3. Süt ve yağı karıştırın
4. Yufkaları 2'ye bölün, tek kat olarak tezgaha serin, süt ve yağ karışımını fırçayla üzerine sürün. Birazını ayırmayı unutmayın, 8. adımda ihtiyacınız olacak :)
5. Yarım daire olan yufkayı üçgen biçimlerde 6 eşit parçaya bölün
6. Hazırladığınız lorlu karışımı yufkanın geniş tarafından 3 parmak kadar aşağıya bolca koyun
7. Malzemeleri koyduğunuz geniş tarafın uçlarından başlayarak sarın. Sigara böreği gibi değil, genişce ve yassı olarak
8. Bütün malzeme ve yufkalar bu şekilde yapıldıktan sonra, üzerine hazırladığınız yağ ve süt karışımını fırçayla sürün
9. Hafifçe yağlanmış fırın tepsilerine dizin
10. Önceden ısıtılmış fırında 150 derecede üstleri kızarıncaya kadar pişirin
11. Fırından çıkardığınızda soğumuş şerbeti kepçeyle üzerlerine yedirin
12. 5 dakika sonra tatlıları alt üst yapın
13. Servis tabağına alın
14. Fırın tepsilerinde kalan şerbeti üzerlerine dökün

Ilık ılık afiyetle götürün :)

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Kırk yıllık dost

Akşamüstü denize girdim!

Demet’le Nurcan geldiler. Hem de mayolu, plaj terlikleri-çantaları, güneş gözlükleriyle. Denize gitmek niyetindelermiş ama, hava rüzgarlı, deniz dalgalı olduğu için acabalarla doluydular. İlk lafım ‘Senin yerinde olsaydım…’

Bunu duyan aşkım ‘Senin zaten denize girmeye niyetin yok!’ deyince ‘Haydi o zaman, haydi!’ dedim. Herhangi bir şeyden kaçmaya çalıştığımın ima edilmesine dahi tahammülüm olmaz. Bu özelliğim, zamanında başıma çok işler açmıştır ya neyse. Derhal tarafından hazırlandık aşkımla. İstanbul’da günlerce arayıp da bulamadığımız halde Çeşme’de bir spor malzemeleri mağazasında bulduğumuz deniz ayakkabılarımı da giydim, atladık arabaya, ver elini sahil…

Hem rüzgar, hem dalga, hem de saatin geç olması dolayısıyla sahil boş gibiydi. Demet’le Nurcan önden gidip, en kolay parkuru belirlemişlerdi. Önce biraz zorlandıysam da denizi görünce rokete bağladım. Kumsaldan deniz kenarına kadar hiç durmadım sayılır. Yolda, katı yakıt iticilerinin (SRB) uzay mekiğinden ayrılması gibi plaj elbisem de benden ayrıldı, ve ben, yani uzay mekiği, kumsalın, yani uzayın, derinliklerinde yol almaya devam ettim. Hedefe kilitlenmiştim; ‘Mission to Mars’ yani ‘Misson to Sea’.

Önce iri kumlar ve çakıllar ilerledikçe yerini incecik kumlara bıraktı. Tıpkı Artur’daki ve Kleopatra plajındaki ince kumlar gibi. Bir elimle bastonumu, diğeriyle aşkımı tutarak, bata çıka ilerledim. Deniz ayakkabısının tabanı alışkın olduğumdan daha sert olmasına rağmen yürümemde bir değişiklik yaratmadı. Deniz kıyısına geldiğimizde bastonumu bıraktım. Aşkımdan iki elimle destek aldım. Yanlış hatırlamıyorsam üç yıldır ilk kez, deniz, ayakkabı ve naylon çorabımı aşarak tenime ulaştı. Mayo üstüne ayakkabı ve diz altı naylon çorap, haşemadan hallice.

Benim gibi kırkını Mesoş’umuzun yazlığı Artur’da çıkaran, üniversite yıllarında bile okulun kapandığı akşam otobüsle Artur’a giden, okulun açılacağı haftanın Pazar günü Artur’dan dönen biri için denizin ne manaya geldiğini anlatmayacağım. Sevincim, kahkahalarım, hırsım, göz yaşlarım, kasılmalarım dalgalara karıştı…

Serin, tuzlu mavi sular dizlerime geldiğinde ritmimizi ayarlamayı başardık. Derinlik bir yükselip bir alçaldığı için uygun bir yere geldiğimizde aşkımla yönlerimizi değiştirdik: benim yüzüm karaya döndü, aşkımınki enginlere. Dizlerimi bükebildiğim kadar büküp, yavaş yavaş kendimi sulara bıraktım. Kırk yıllık dostumla kucaklaştım o dalgalarda. Allahım bu ne muhteşem bir histi!

Biraz debelendikten sonra üşüdüm. Denizden çıkarken adımlarımın ritmini dalgalara göre ayarlayınca daha başarılı oldu. Kafedekiler bana hemen denizin dibinde bir sandalye hazırlamışlardı. Denizden çıkar çıkmaz ona oturdum. Kızlar havlumu getirmişti, ona sarındım. Aşkım ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardı, kumları temizledi. Kızları ve aşkımı serbest bıraktım ki yüzsünler ☺

Onlar denize girince genç garson yanıma gelip, bir şey içermiyim diye sordu. Evet, dedim, çay içmeyi çok isterim. Başka bir garson küçük bir masayı getirdi, ayaklarını kumlara gömdü. Gülümseyerek teşekkür ettim. Diğeri çayımı getirdi, ‘Afiyet olsun’ dedi. Ona da gülümseyerek teşekkür ettim. Dalgalar gelip gittikçe ayaklarımın altındaki kumlar geldi, gitti. Daldım, elimde çayım.

Batmaya yakın güneş tuzlu tenimi tatlı tatlı okşarken rüzgar dinmişti; aşkım ve kızlar denizden çıkarak beni geçmiş hayatımdan bugüne getirdiler, yeniden.

Kim duracak, kim geçecek, kim bekleyecek?

'Egeliler başkadır' derler her iyi örnekte. Aliye Kavaf'da bir röportajında buna yeni bir 'açılım' getirmişti: 'Ege'nin muhafazakarı bir başkadır.' diye.

Konumuz 'trafik'; başı politika-siyaset olmasa bile, sonunu oraya bağlamak isteyenlere engel olmayacağım. Yahu, durun hemen ne panik oluyorsunuz; şimdi 'yıllık iznimi kullanıyorum' diye böyle. İznim bitince yine eskisi gibi olacağım; tabi o kadar sabredebilirsem ;-)

Ege'deyim ya, buranın insanlarının trafikte de farklı olup olmadığını gözlemliyorum. Keşke gözlemlemeseydim, dedim bir ara. Kavşaklardaki, yollardaki trafik ışıklarına riayet etmiyorlar kardeşim ya. Kırmızı ışık ne içindir, ya da diğerleri, kimse bunu öğretmemiş galiba. Kırmızı yanarken de geçiyorlar 35 ve 45 plakalılar (gördüklerim bunlardı). Yeşilde dursalar, diyeceğim ki burada trafik ışıklarının renkleri tam ters anlamda. Kırmızıda durmuyorlar, yeşilde durmuyorlar, sarıda hiç durmuyorlar. Tali yoldan ana yola çıkarken, emniyet şeridinden giderken, hız sınırı varken, aynı vurdumduymazlık hatta 'yurdumduymazlık'. Sanırsınız babaları şöyle tembih etmiş;

- 'Kızım, oğlum, bak, bu yolu ben 'senin' için yaptım. Sahibi sensin!'

Tabi ki babaları yapmıştır yolu. 'Devlet Baba'ları yapmıştır. Fakat, sadece 'en akıllı ana-babaların en akıllı çocukları' için değil, yayasıyla, otomobillisiyle, kamyonlusuyla, motosikletlisiyle tüm vatandaşları için yapmıştır!

Dün akşamüstü yaşadığımız olay tuzu biberi oldu. Yuvarlak kavşaktayız, kırmızı yanıyor, bekliyoruz. Yeşil yanınca yuvarlağın diğer ucuna geldik. Orada da kırmızı ışık yanıyor, yine bekliyoruz doğal olarak. Bir araç arkamızdan korna çalıyor, biz ne oluyor diye anlamaya çalışırken arkamızdaki yanımıza gelip 'Yürüsene!' deyip, bastı gaza. Yoksa yeşil mi yandı diye baktık, yok öyle bir şey, hala kırmızı. O arada iki üç araç daha beklemeden geçip gitti. Basıp geçenlerin hepsi 35 plakalı. Bunu yapanlar, plaka numaraları hangi ilin olursa olsun, sepetteki çürük elmalar. Çürük elmanın yavrusu büyüyünce çürük elma olmaya devam edecek. Sepette sağlam elma kalmayınca, çürükler duble çürükleşecek ve bu böyle sonsuza kadar devam edecek. Ta ki çürük-çürük-çürük elmanın torunlarından birinin kafası bu işte bir yanlışlık olduğuna basana kadar...

'Egeli bir başkadır'a bir parantez açmak istiyorum, 'Trafik konuları hariç, Egeli bir başkadır.' Sanırım dünya standartlarında ya da ona yakın bir 'Trafik' yasamız var; 'trafik kurallarına uyum yasası'nın çıkması için illa ki 'muasır medeniyetler'den bir 'dürtükleme' mi bekliyoruz, anlamadım ki.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Alaçatı macerası

Cumartesi günü Alaçatı’nın meşhur pazarını görmek gibi cesur bir karar aldım.

Kumrulu sabah kahvaltısından sonra düştük yola. Fakat yola düşmeden önce 50’lik güneş koruyucu kremlerimiz de sürdük ki, kavrulmayalım. Alaçatı pazarının iki girişi varmış: birisi sebze-meyve tarafından, diğeri arka taraf yani tekstil ürünlerinin, incik-boncuk, tabak-çanakların satıldığı taraf. Benim ilgi alanıma ikincisi girdiği için rotamızı ona göre ayarladık.



Pazar yerine geldiğimizde girişe en yakın mesafede arabayı park edelim dedik, ama ne mümkün. Her taraf kapılmış. Tam biz aranırken neyse ki bir araç çıkıyordu da park edebildik. Pazar yerinin girişine kadarki yol çakıl taşı kaplıydı; bir elimle bastonuma, bir elimle aşkımın eline yapışmış vaziyette, çakıl taşlarına ‘önüme gelene bir tekme’ yaparak pazara ulaştık. Derin bir nefes aldım ve daldık hengameye. Kazasız-belasız yani, ayaklarıma basılmadan, omuz-dirsek yemeden epey bir yol aldık. Bir ara bir baktım, elim feci acıyor; aşkım öyle sıkmış elimi. Sonra fark ettim ki, ben de bastonu öyle sıkıyorum!

Her türlü egzersiz hareketlerini yaparken, yürürken bile nefes almayı unutuyorum; aynı şey pazarda dolaşırken de olmuş, nefessiz kalmışım. E bu da yoruyor, tabi. İmdadıma, tam zamanında, pazardaki bir çay bahçesi tabelası yetişti. Ama tabi sadece tabelası yetişmiş. İçerisi tıklım tıkış! Ne boş bir masa, ne sandalye… Biz aşkımla ayakta bakınırken, Demet, Nurcan, Reşat amca, Güneş teyze dört bir koldan önce bir masa, sonra da sandalyeleri tamamlayıp, bizi çağırdılar. Oturduğumda herhangi bir şey hissetmeyen sağ ayağım bile zonkluyordu, düşünün yani! Otlu peynirli gözlemelerimizle ayranları, esmeye yeni başlayan imbat eşliğinde, bir çırpıda sildik süpürdük. Hızlı feribottaki gözleme gözleme ise, bu bambaşka bir şeydi!

Diğerleri pazar alışverişine devam ederlerken aşkımla ben dönüş yolculuğuna başladık. Pazarın girişinde gördüğümüz tezgahtan fıstık yeşili, parlak turuncu, turkuaz ve parlak koyu pembe renklerinde dört adet peştemal aldık, anneme, ablama ve Melis’e ve Yasemin'e hediye. Dördünü de vereceğim, kim hangi rengi isterse onu seçecek.

Akşamüstü ikizleri hava almaya çıkartacaklardı Demet’le Ceyhun ve Nurcan; ben ‘Hadi kocam’ deyince herkesin gözleri faltaşı kadar açıldı. Pazardaki performansımdan sonra hiç beklemedikleri bir şeydi bu. Ben kendimden son derece emin ‘Hadi, hadi’ diyerek aşkımı sürükledim. Turun sonunda dönüş yolunda da o beni sürüklemek durumda kaldı ☺ Bugün, Ornöram’daki bir haftalık tedavime bedel oldu.

Ben tatildeydim, değil mi?

16 Ağustos 2009 Pazar

Teknoloji: 0 - Altyapı: 1

Teknolojinin altyapıya yenilmesinin hikayesidir:

Çok meşgul bir ‘bloginsanı’ olduğum için, Çeşme’ye gitmemizden iki gün öncesinden aşkım, teyzesinin ev telefonuna ADSL hattı açtırdı. Bize bir tek modemimizi almak düştü.

Eve girdiğimizin dakikasında internet bağlantısını denedik. Biraz zorlanarak da olsa bağlandık. Tabi, hemen bilgisayarımın başına oturmak gibi bir kabalık ve asosyallik yapmadım. Nasıl olsa tüm gece benimdi.

Hoş-beşten ve çaydan sonra sıra mükellef bir sofraya geldi. Çimenlerin üzerine kurulan uzun masada baş köşe benimdi. Yok yok, bilinen gerekçeyle değil; bir tek masanın o ucu çimen yerine taş zemine denk geliyordu da ondan. Patlıcan-biber kızartma, mercimek köftesi, süzme yoğurtlu kırmızı biber dolması, yaprak sarma, Sinemis’in zeytinleri, yoğurtlu börülce salatası, yeşil salata, ana yemek olarak pilav-nuar, tatlı olarak tel kadayıflı sakızlı muhallebi, içecek olarak bol rakı.

Kahvelerimizi de içtikten sonra, yol yorgunluğu iyice bastırdı. Aşkımla odamıza çıktık ve devrildik.

Ertesi gün internet gel-git şeklindeydi. Aşkım Türk Telekom’u aradı, ayarlar yeniden yapıldı. Ama olmadı da olmadı. Akşam yemeğimizi Dost Pide’de salyalarımızı akıtarak yedik. Mmmm... Gelsin pastırmalı-kaşarlı, kuşbaşılı-kaşarlı, dört peynirli pideler, gitsin mercimek ve domates çorbaları...Dönüşte sakızlı, karamelli ve balbademli dondurma, lokma, acıbadem kurabiyesi aldık ki, eksik kalan kalori miktarını bunlarla tamamlayalım. İşte o gece şansa ilk yazımı yazabildim, başka bir şey yapamadım. Bir sonraki gün, internetimiz gel-git bile yapamadı. Türk Telekom’u aradık, adamları geldi, baktı. Sorunun evin telefon kablolarından kaynaklandığı ortaya çıktı. Bütün bunlar olurken, benim internet krizim had safhaya ulaşmıştı. Bir yandan elim, ayağım titrerken, diğer yandan gözlerim kararıyordu. Hatta bir ara sanrılar görüp, sayıklamaya bile başlamışım, söyleyenlerin yalancısıyım.

Eğer bu yazıyı okuyorsanız, internetim bağlanmış demektir ☺

14 Ağustos 2009 Cuma

Tatildeyiiiz

Yaşasııın!

Çeşme'deyim, sonunda!

Salı günü yanımıza alacaklarımızı seçmekle, Çarşamba günü de valizleri hazırlamakla geçti. Allahtan annem yardım etti de bitti. Yoksa, bana kalmış olsaydı, halimiz haraptı.

Perşembe sabahı, Yenikapı'dan Mudanya'ya 7.30 hızlı feribot seferine biletimiz vardı. Tam vaktinde, yolcular olarak, biz oradaydık. Engelli asansörüne yakın bir yere park ettirdiler. Oturacağımız koltukları bulduğumuzda bir sürprizle karşılaştık. Aşkım biletleri alırken, özellikle masa olsun demiş, rahat ederiz diye. Masalar sabit, koltuklar da sabit, fakat, ara o kadar dar ki, engelsizler bile koltuklarına zor yerleşiyorlar. Söylentiye göre 75 dakika sürecek olan yolculuktan sonra, hayatlarına engelli olarak devam edebilirler! Söylentiye göre diyorum çünkü, 75 dakika değil, 1 saat 45 dakika sürüyor, yani 105 dakika. Galiba bize bu seyahat keyfini daha uzun yaşatmak istedi İDO! Neyse, bu da olur.

Yan sıradaki üçlü koltuklara yerleştik, sahipleri gelirse bizim yerlerimizi önerecektik ama gelen giden olmadı. Rötarlı kalkışımızın ardından aşkım gazete almaya gitti. Eli boş döndüğünde kızgın bir ifadeyle 'Feribotta gazete satmıyorlarmış' dedi. Aklımıza hemen neden acaba sorusu geldi ama, henüz kahvaltılarımız yapmamış olduğumuz için, konuyu dönüşümüzde irdelemeye karar verdik. Birer çay ve gözlemeyle kahvaltımızı taçlandırdık Hilton fiyatlarıyla!

Feribottan indiğimizde benim için sanki öğlen olmuştu. Bütün yol boyunca günebakan tarlaları, mısır tarlaları; zeytin, kavak ve her tür çam ağaçları... Yolun hangi kilometresindeydi hatırlamıyorum, aşkıma fotoğraf makinasının yerini sordum. Sırt çantasındaymış, aldım. Kılıfından çıkarttım, açtım, hazır vaziyette bekliyorum. Aşkım 'Hayrola?' diye sorunca, niyetimi anlattım: güzel, enterasan manzalar görünce aşkıma 'Dur!' diyecektim, o da hemen duracaktı, ben de fotoğrafını çekecektim. Bir yanıt vermedi. Az sonra, daha meyveleri olgunlaşmamış, çiçeklerinin yaprakları hala güneş gibi parlayan bir günebakan tarlası gördüm. 'DUR!' dedim. Fakat, trafiğin yoğunluğundan ve yolda emniyet şeridi olmamasından dolayı aşkım duramadı, 'Tam yerinde söyledin yani' dedi. O arada günebakan tarlası ufukta bir noktaydı artık. Bunun üstüne bir de, yol kenarındaki nispeten küçük günebakanları kesmek için dursaydık, diyemedim.

Akhisar'ın Köfteci Ramiz'ine yaklaşırken Ulusoy'da mola vermeseydik burada yiyebilirdik, diye konuştuk. 'Hard disk'imde Köfteci Ramiz'e en az bir kez uğradığımız bilgisini bulunca, onaylatma ihtiyacıyla aşkıma sordum. Evet, minimum bir kez yemiştik, hatta Ayhan (aşkımın üniversiteden arkadaşı ;-)) ve Ayşem'le herhangi bir tatilimize giderken-dönerken uğramış olmalıydık. Yoksa Ayşem'in annesinin Kuşadası'ndaki yazlığına giderken miydi? Kaç gün kalmıştık orada? Ayy, ne eğlenmiş, ne yemiş-içmiştik! Ayşem'in kuzeni Sinemis de var mıydı acaba? Aaa, Sinemis ne yapıyordu ki şimdi, derken Ayşem'e telefon açmamız, Sinemis'in bizi araması; Akhisar'da olduğunu öğrenmemiz ve bizi 'yolumuza gül dökerek' beklediğini söylemesi bir oldu.

Yaklaşık bir saat sonra Sinemis'le sarmaş dolaşdık. İkizler koca birer delikanlı olmuşlardı, anaokuluna başlayacaklardı. Zeytincilik işleri hala devam ediyordu. İşin ilginç yanı İtalya, Yunanistan ve İspanya'ya bile zeytin ihraç ediyorlardı. Yarın (Cuma günü) ağabeyi Avusturalya'ya müşterilerine gidiyordu. Aşkımla 'Pes' ve de 'Bravo' dedik. Ben mantı, aşkım köfte yemeyi tabi ki ihmal etmedik!

İki saat Sinemis'te, bir saat Susurluk, toplam üç saat rötarlı olarak Çeşme'ye geldik :)

11 Ağustos 2009 Salı

Kim, ne demiş?

"Hukukta söylenene değil söyleyene bakarlar."

Bana kalırsa bu tümceyle birçok şey çözüme, açıklığa kavuşuyor.

Mesela 'Van minüt'...
Mesela 'Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz'...
Mesela 'Çin'deki olaylar adeta soykırım'...
Mesela 'Benim ülkemde 40 bin kaçak Ermeni var(..)Gerekirse geri de göndeririz. Ama böyle bir şeyi doğru bulmuyoruz'
Mesela 'Amerikan Yahudileri'nden rahatsızım'
Mesela '(..)Sen kalkıp da Batı Trakya'da benim vatandaşlarımın seçtiği müftüye seni tanıyorum demezsen, kendi atadığın kişiyi müftü olarak kabul edersen kusura bakma arkadaş'...

Meselalar saymakla bitmiyor.

Bunların söylendiği yerler yabanı memleketler, muhatapları da yabancılar. Not düşüyorum: Batı Trakya'dakiler bizimkinin vatandaşları değildirler, olsa olsa 'Türk'(?) soyundandırlar, dini inanışları ortaktır.

Uluslararası hukuk için yukarıdaki kural doğru gözüküyor, değil mi? Türkiye'nin itibarı yurt dışında yerle bir. Hayır bir şey değil, yarın öbür gün ne bileyim bir İsviçre olsun, bir Polonya ya da Amerika olsun, gezmeye gidecek olsak, pasaport kontrolü yapan görevli kıçıyla gülmekten 'Welcome' bile diyemeyecek!

Bir de güzel memleketimin penceresinden bakalım:

Mesela 'Beceriksizlerin işyeri kapanıyor'...
Mesela 'Bunların sevgili köpekleri vardır, onlarla yatıp kalkarlar'...
Mesela 'Türkiye'yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Her şeyi pazarlar, satarız, parayı veren düdüğü çalar'...
Mesela 'Kredi kartıyla borçlananlara dürüst gözüyle bakmam'...
Mesela 'Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor mu, diye. Millet isterse tabi gidecek be!'...
Mesela 'Biz hukuka aykırı bir şey yapmıyoruz; Mecelle*'de böyle bir kaide var'...
Mesela 'Bize AKP diyen edepsizdir'...
Mesela 'Ben başbakanım. Sen bana 'sen' diyemezsin. Ben sana 'sayın' diye, 'siz' diye konuşuyorum. Sen de bana 'siz' diyeceksin, 'sayın' diyeceksin'...
Mesela '(Orjinal) Belgeyi bulursak, yargıya taşırız'...
Mesela 'Rejimin teminatı polistir'...
Mesela 'Hadi sen işine bak' (İşsizliğe çözüm önerileri için Cumhuriyet Halk Partisi G.B. Baykal'a)...
Mesela 'Kendi başına bırakılan (kız) ya davulcuya, ya zurnacıya'...

Mesela'lar saymakla bitmiyor. Ama bir farkla, bizim memlekette kimse kıçıyla gülmüyor!

İşte bu yüzden Akif Beki'nin 7 Ağustos tarihli yazısındaki "Hukukta söylenene değil söyleyene bakarlar." tümcesi her zaman, her yerde, her hukukta, her mecliste geçerli değil. Neresininden bakarsan bak, olmuyor işte...


Not: 'Hukukta söylenene değil, söyleyene bakarlar'sa, ne ve kim olduğu şüpheli olan Tuncay Güney'den ele geçirilen belgelerle oluşturulan 'Ergenekon' davasına ne demeli?

* Mecelle:1868-1878 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Çoksatar kitap yazmak için...

Dün gece, Mine G. Kırıkkanat'ın 'Allah Allah Bizim Kontesi Kim Sevdi?' (ErKO Yayıncılık) isimli kitabına başladım. Kitabın giriş bölümünde yer alan fıkrayı paylaşmak istedim.

Temel, Orhan Pamuk gibi ünlü ve kitapları çok satan bir yazar olmaya özenirmiş. Ne yapıp etmiş, Pamuk'a ulaşıp tanışmayı başarmış. "Ben de çoksatar kitap yazmak istiyorum, azıcık akıl ver!" diye rica etmiş Nobel'li yazarımıza. Orhan Pamuk'unda muzipliği tutmuş, "Bak," demiş Temel'e: "Bizim millet asalet düşkünüdür, sekse bayılır, ama polisiye molisiye, heyecan da ister. Bu üç ana temaya dayalı bir kitap yazarsan, çok satar!"

Aradan birkaç ay geçmiş, Temel yeniden Orhan Pamuk'un karşısına dikilip, "Kitabın başlığı hazır, Orhan abi!" diye müjdelemiş neşeyle, "Söylediğini yaptım. İçinde asalet var, seks var, polisiye heyecan bile var: Kontesi Kim S...?"

Orhan Pamu'un tiki tutmuş. Gözlerini kırpıp ağzını burnunu oynattıktan sonra, kravatını gevşetir gibi boynunu sağa sola çevirip: "Çok iyi, çok iyi" demiş. "Ama sana söylemeyi unuttum. Bizim millet dine imana da meraklıdır, bu başlıkta pek kutsallık yok..."

"Bir düşüneyim" deyip gitmiş, Temel. Üç ay sonra, yeniden Orhan Pamuk'un karşısındaymış.

"Abi başlığı buldum, kutsallık var, asalet var, seks tamam, üstelik polisiyesi daha heyecanlı! Kitabımın adı: 'Allah Allah, Kontesi Kim S...?"

Mine G. Kırıkkanat bu fıkrayı duyduğunda, Fransa'da arkadaşlarına anlatmak istemiş. Onlar da "O dediğin kontes değil, düşes. Yazar da Pamuk değil, Hemingway..." diyerek gülmüşler. Yazarın da dediği gibi, internet öyle acayip bir şey ki,dünyanın bir köşesinde dinleyip güldünüz fıkra, aynı anda yerele uyarlanmış olarak karşınıza çıkıveriyor :)

9 Ağustos 2009 Pazar

Biraz daha anlayışlı olmam gerekir galiba...

Personal space: An area two to four feet from a person; it is the closest zone a stranger or business acquaintance is normally allowed to enter. (Normal şartlar altında, yabancıların veya iş dolayısıyla, profesyonel anlamda tanışanların, birbirlerine en yakın duracakları 2-4 adımlık mesafe)

Artık 'müşteri her zaman haklıdır' dönemi bile bitiyor neredeyse. Müşteriyi memnun edeceğiz diye ne yapacağını bilemeyenleri gördükçe, müşteriler 'insan'lığın gerektirdiği saygı ve terbiyeyi der top ediyor, çöpe atmaya bile zahmet etmeyip, ortaya bırakıyorlar, ki satış elemanı ya da tezgahtar arkalarından toplasın. Gözlemlemek isterseniz, size önerim herhangi bir alışveriş merkezinde herhangi bir mağazanın girişiyle beraber belli bir kısmını görebileceğiniz, ya da daha iyisi mağazanın içindeki dinlenme koltuklarında yarım saat oturmanız. Yok, o kadar zaman ayıramam derseniz ben kısaca anlatayım neler göreceğinizi:

Mağazanın hemen girişinde sergilenen ayakkabı ya da çantayı geçerken düşürenler, ama yerden kaldırmayanlar; kendisini yere atıp etinden et kopartılırcasına bağıran veya gelene geçene tekmeler atan çocuklarına sahip çıkmayan, fakat beğendiği bluzun başka renklerini sormak için başka müşteriye hizmet eden görevliyi taciz edenler; mağazanın diğer ucundaki arkadaşına bir pantolon göstermek için amerikan futbolu oyuncuları gibi herkesi devirenler; cep telefonundan iletişim kurduğunu sanan hönkürenler; 'personal space' kültüründen bihaber olanlar; gözleri kendilerinden başka hiçbir şeyi 'fark etmeyenler', 'görmeyenler'...

Aşkımla, uzun zamandır, teflon tencere-tavalarımızı atıp, yerine çelik olanları kullanmaya karar vermiştik. Esse'de indirim olduğunu duyduğumuz için bir de oraya bakalım diye gittik. Mağaza düzenlerini bilirsiniz. Bit kadar yere bile illa bir şeyler koyarlar. Annem küçükken bize tembih ederdi: kimseyi rahatsız etmeyin, sağınıza solunuza dikkat edin, düşürüp kırarsanız parasını ödemek zorunda kalırız, diye. Benim bu söylediğim birkaç yüzyıl öncesinde kaldı.

Çelik tencereleri mağazanın girişine yakın, hemen hemen ortada bir yere yerleştirmişler. Kolileri üst üste koyarak stand yapmışlar. Kol hizasında da bir tencere setini kolisinden çıkartıp, teşhir etmişler. Ben de, çok düşünceliyim ya, girene çıkana engel olmayayım diye geniş tarafta değil, dar olan alanda duruyorum. Ve öyle ki, zaten sol elimde olan bastonum müşterilerin mağazadan çıkış yönüne denk gelmiş. Belki daha önce söylemişimdir, özellikle sağ dizim o kadar geriye kaçıyor ki, hem dışarıdan bakılınca pantolon varken bile belli oluyor, hem de o kadar geriye kaçması dizimde ve dolayısıyla bacağımda ağrı yaptığı için ben sürekli dizimlerim bükük yürüyorum ya da ayakta duruyorum. Yürürken görmeniz lazım, çok komik gözüküyorum: iki bacağı kalmış dev bir örümcek gibiyim :) Neyse. Anlatmak istediğim dizlerim bükük ve bastonum elimde olarak ayakta duruyorum. Arkamdaki tezgahı sağ elimle tutuyorum. O vaziyetteyken, benimle tencere standının arasından en fazla bir Redhouse Türkçe-İngilizce sözlük geçebilir, küçük-sarı olanlar değil, büyüklerinden, başka bir şey mümkün değil. Aşkımla tencereleri inceliyoruz.

Görüş alanıma soldan iki kadın girdi. Anlaşılan mağazayı dolaşmışlar, çıkıyorlar. Olay o kadar hızlı oldu ki... Aslında kadınlar normal hızlarında yürüyorlardı da ben son 2,5 yılımı 'slow-motion' geçirdiğim için bana süper hızlı gelmiş de olabilir. Benim yana çekilmem, kadınlara yol açmam bugünkü şartlarda mümkün olmadığı için şuna güveniyorum: bakacaklar bende tık yok, 'hıyar' diyecekler, iki adım yana kayıp oradaki geçiş alanından çıkıp gidecekler.
Ama hayır... Onlar üstüme üstüme gelmeye devam ediyorlar, ezip geçecekler beni... Heyecanlandığım zaman konuşmam tutulduğu için aşkımdan yardım istemeye fırsat kalmadan öndeki kadın bodoslama daldı... Ben devrilmek üzereyken aşkım yakaladı... O zaman ancak 'Ayy' diyebildim... Kadın 'Ay pardon, görmedim' dedi... Görmemiş! 55 kilo, 1.63 boyunda olan bir kütleyi görmemek? Nasıl yani? Bunu bana anlatabilecek olan birisi var mı? Hemen tüyo vereyim, kadın kör değil! Dengemi aşkımın yardımıyla sağladıktan sonra, terbiyemin izin verdiği ölçüde çıkıştım kadına: 'Nasıl görmezsiniz? Biraz dikkatli olun!' diyerek. Bunlar olurken her iki kadın diğer taraftan geçmiş, mağazanın çıkışına gelmiş, bir şeyler söyleniyorlardı.

Halbuki 'personal space' kültürünün yerleşmiş olduğu yerlerde, hali hazırda bastonumu görmemişlerse bile, iki adım yakınıma geldiklerinde 'excuse me' diyeceklerdi, herhangi bir şey söylememe gerek kalmadan bastonumu göstermem yetecekti, 'sorry' deyip yollarına başka bir yerden devam edeceklerdi. Düşündüm de 'personal space' kültürüne bile gerek yok, iyi bir aile terbiyesi yeter de artar. Bazen Mesoş'a çok kızıyorum: anneme böyle 'boktan' bir terbiye vermemiş olsaydı, annem de aynı 'boktan' terbiyeyi bize vermeyecekti, ben de şimdi zaten onlar gibi olduğum için bunlara hiç delirmeyecektim!

Hani diyorum ya, çıkışa geldiklerinde bile söyleniyorlardı diye, en son duyduğum şuydu:

'Sen de biraz anlayışlı ol canım, aaa!'

Yanlış anlamayın, bana diyor yani, biraz anlayışlı olayım diye.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Vişneli un helvası tarifi



Gazetelerin yemek eklerinde yazar ya 'Denenmiş tarifler' diye. Çocukluğumdan beri vişneli un helvası dediğim zaman insanlar çok şaşırırlar. Halbuki ben de düz un helvası gördüğümde şaşırmış ve malzemesi eksik zannetmiştim. 'Aklınla bin yaşa' sözü tam Mesoş'um içinmiş...

150 gr margarin (Sana, Becel vb)
2 su bardağı un
1.5 su bardağı toz şeker
1.5 su bardağı su
1 avucunuzu dolduracak kadar, çekirdekleri çıkartılmış vişne

Vişneleri mıncıklayarak hem suyunun çıkmasını sağlayın, hem de küçük parçalara bölünsünler. Yağı teflon bir tencereye koyun. Çok kısık ateşte biraz eridikten sonra unun tamamını tencereye ilave edin. Çok kısık ateşte unu tahta kaşıkla kavurun. Her zaman karıştırmak zorunda değilsiniz. Arada kendi haline bırakabilirsiniz. Unun bu şekilde kavrulması bir saati buluyor. Un önce topak topak oluyor, sonra kendisini topluyor. Zaten görünce anlarsınız, ben bile anladım :-))

Kıvama geldikten sonra ocağı kapatın. Mıncıkladığınız vişneleri ve suyunu tencereye ilave edin. Karıştırarak vişne suyunu çektirin. Ocağı tekrar çok kısık açın. Önceden suda erittiğiniz şekeri, tahta kaşıkla karıştırarak, yavaş yavaş vişneli una ilave etmeye başlayın. Şekerli suyu böylece yedirin. Ocağı kapatın, demlenmeye bırakın. Birkaç dakika sonra sevis tabağına alın ve afiyetle yumulun :))

Unun yeteri kadar kavrulup kavrulmadığını ancak vişneleri una karıştırdığınız zaman anlıyorsunuz. Eğer un beyaz beyaz küçük topaklar halinde kaldıysa biraz daha uzun süre kavrulması gerekiyor demektir. Mesoş yaptığında hiç görmezdik beyaz beyaz topakları.

İlk 14 günün detayları - 4

Şimdi fark ediyorum bir karışıklık yaptığımı. Şöyle ki, Cuma günü Orhan hoca'nın yanından ayrıldıktan sonra Ayhan'la bir doktora gittik, Cumartesi değil. Gittiğimiz doktor da Ali Çetin Sarıoğlu değildi. Neyse canım, 2 beyin ameliyatından sonra olsun o kadar da...

Feza'nın erkek arkadaşı olan Ayhan'la birlikte Nişantaşı'nda bir doktorun muayenehanesine gittik.

Ayhan Paşabahçe Mağazaları'nda müdürdü o zamanlar. Onu oğlu gibi seven bu doktorla oradan bir tanışıklığı vardı. Ayhan beynimde tümör olduğunu duyduğu anda resmen yıkılmıştı. Ayrıldığı eşi de beyin tümöründen ameliyat olmuştu. Detaylarına girmek istemiyorum. Eşinin ameliyatını yapan doktordan acil randevu ayarlayabilmek için oradaydık.

Dahiliyeci olan doktor, Amerikan Hastanesi'nde Nöroşirürji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Çetin Sarıoğlu'nun çok yakın bir arkadaşıydı. Cep telefonundan aradı hemen Ali Çetin hocayı, ertesi gün yani Cumartesi öğlen için randevu ayarladı bize.

O zamanlar, Rotterdam School of Management'in Executive MBA programı İstanbul'da Management Centre Türkiye ortaklığında devam ediyordu. Hikayesi kısaca şöyle: yataktan düşerek uyandığım günlerden birinde 'Acaba dünya sıralamalarına girmiş bir üniversite İstanbul'da kampüs kurup, MBA programını burada açmaz mı?' diye kendi kendime sordum. Başladım kendi ülkesi dışında kampüs açan üniversiteleri araştırmaya. Bu şekilde bir çok Amerikan ve bazı Avrupa üniversiteleri vardı. Detaylı bir çalışma yapıp, bu işe ortak olmak isteyecek yatırımcılar, firmalar aramaya başladım. İki firma ile ciddi bir noktaya geldikten sonra tercihimi Management Centre Türkiye'den yana kullandım, sene 2001. Hollanda'daki Erasmus University'nin işletme okulu olan Rotterdam School of Management Avrupa'da ilk 5, dünya sıralamalarında ilk 100 içindeydi. Projemi anlattığımda çok heyecanlanmışlardı ve onlarla anlaşmıştık. İlk sınıfımız 2003 yılında eğitime başlamıştı. Aradaki olaylar başka yazıların konusu.

Haliyle, MCT'de bu programın yöneticisi olarak çalışıyordum. Programın pazarlaması aşamasında tanıtım toplantıları düzenliyor, ilgilenlerle görüşüyordum. İşte o Cumartesi günü, MBA programının ilk sınıfndaki yöneticilerden birinin arkadaşı olan Serra Sabancı'yla toplantım vardı. Çok ilgilenmişti, birçok soru soruyordu. Ama benim de beynimde tümörler vardı, ve belki de beynimi emanet edebileceğim bir doktorla randevum vardı. Kendisine, eğer onun için de uygunsa sohbetimize bir başka gün devam edebileceğimizi, çünkü bir doktor randevum olduğunu söyledim. Öylece ayrıldık ve ben koşar adım taksiye bindim.

Hastaneye gelince asansör beklemeye tahammülüm olmadığından yine koşar adımlarla 2. kata çıktım, artık avucumun içi gibi biliyordum nöroşirürji katını. Hocanın kapısına gelince saçımı başımı, üstümü düzelttim. Ne mi vardı üstümde? Krem rengi ve beyaz enine çizgili, kendi kumaşından yapılmış biri büyükçe, biri daha küçük çiçekleri göğüs hizasına iliştirilmiş, kolsuz, yuvarlak yaka bir bluz. Krem rengi kumaş pantolon. Ayakkabılarım açık devetüyü renginde ince-uzunca burunlu, yanları açık, topuk tarafı kapalı, bilekten bağlı, küçük ökçeli. Çantam ayakkabılarımla aynı renk, tek askılı, ön yüzü hasır desenli. Kapıyı tıklattıktan sonra içeri girdim. Doktorun masasının karşısında rahat oldukları belli olan iki koltuktan birinde aşkım oturuyordu. Ben de diğerine yerleşirken: 'Çok özür dilerim, geciktim. Bir toplantım vardı da.' dedim.

Profesör Dr. Ali Çetin Sarıoğlu: 'Dilek hanım hoşgeldiniz, geçmiş olsun. Bilmeyenleri, hastanın Celal bey değil de siz olduğunuza katiyen inandıramayız. Eşiniz sizden daha hasta gözüküyor. Ben bile inanmakta zorlandım, görünüşünüz ve MR'lar o kadar zıt ki birbirlerine!' Belli belirsiz acı bir tebessümle aşkıma baktım; gerçekten de perişandı hali.

Çok güldüm ya

Bazıları hiç üşenmeden oradan buradan komik anekdotları biraraya getirirler ve bunlar e-posta olarak tüm dünyada yayılır ve okuyanları gülmekten öldürür ya, işte böyle bir e-posta geldi bana geçenlerde. Çok güldüm. Hazırlayanın ellerine sağlık, gönderen İnci teyzeme de çok teşekkürler.

Yaramazlığının tavan yaptığı noktada dört yaşındaki azman yeğenim oda cezası alıyor... Büyük bir öfkeyle odasına gidiyor. Uzunca bir zaman sesi çıkmyor, uyuduğunu düşünüp sohbete dalmışken sesleniyor ''Gardiyaaannn, sütümün saati geldi. Sıcak olsun, kakao da koy içineee... ''

Hastanenin "Tıbbı Atık" bölümünde görevli; turuncu tulumlu, sırtında kocaman tıbbi atık yazan ve oldukça çirkin olan yaşlı adama asansör beklerken: "Ayyy tipe bak valla tam bir tıbbi atık." diyerek laf atan yapay zekalı kişi benim ablam olur. Bunun üzerine ablamın şişman olduğunu görüp, "Yük asansörü öbür tarafta, burada boşuna bekleme." diyerek cevap veren eli öpülesice kişilik ise tıbbi atıktır.

Yeni doğmuş oğluma, ısrarla babasının demode ismini koymaya çalışan kocamı vazgeçirmek için, o ismin eski sevgilimin adı olduğunu söyledim. Sonuç; artık babasından bile bahsetmiyoruz.

4 yaşındaki prensese tehlikeyi atlatıldıktan sonra oyuncağın arkasından çıkardığı minik pili niye yuttuğunu soruyoruz. "Çok yoruldum, beni çalıştırsın diye yuttum." diyor. Nasıl yani ya?

Kocam kadar çirkin ve kaba bir odundan; oğlum kadar yakışıklı, hassas ve muhteşem bir çocuk doğurduğuma göre çok iyi bir marangozum.

Sabah okula gelip bilgisayarın başına oturduğumda Youtube'un kapatıldığını öğreniyorum. O sırada içeri elinde çayla çaycımız Şerife Hanım giriyor. Acımı onunla paylaşmak istiyor ve "Şerife Hanım, duydun mu; youtube da
kapatılmış." diyorum. Şerife Hanım bu olaya hiç şaşırmadığını belirten yorumunu ortaya atıyor hemen. "Bu okulda ne düzgün gidiyor ki zaten? Tuvaletin süpürgesini de almışlar!"

Uçuş boyunca çok sevimli ve tonton bulduğu yaşlı teyzenin üstüne titreyerek yardımcı olduğu için teyzeden inerken, ''Evladım, çok sağol yardımların için, biz de sizi or...u biliyorduk.. .'' cümlesini duyan hostes arkadaşıma sizlerden kocaman bir alkış lütfen.

Gecenin üçünde odamın penceresinden ölümüne sarkıp sigara içerken, yan pencereden ani bir şekilde kafasını uzatıp "Yakaladım! Hahaha!" diye bağırıp az daha düşmeme sebep olan kadın, benim öz annemdir.

Aile dostlarımızla beraber gittiğimiz sinemada, verilen 15 dakikalık arada kalabalığa yakalanmamak ve sigarasını içmek için hızlıca karısının elini tutarak dışarı çıkan, arkasını döndüğünde elini tutuğu kişinin karısı değil de başka bir kadın olduğunu görünce "Eyvah s..tık." diyen, bu lafa karşılık elini tuttuğu kadından "Dur daha s..madık kocam gelsin beraber s..arız." cevabını alan benim sevgili ortağımdır. Savunması da hazır beyfendinin "E karanlıktı ama!"

Doktorunun "Kaç yaşındasın?" sorusuna "Sizce kaç gösteriyorum? " diye cevap veren başka hasta var mıdır acil serviste?

Geceleri çok sıcak olduğundan uyuyamıyorum. Ben de buna kendimce bir çözüm buldum. Kuaför salonlarında saça su sıkılan sprey şişelerinden aldım ve gece sıcaktan bunalınca yukardan püskürtüyorum, sanki yağmur yağıyormuş gibi oluyor ve bayağı bir serinliyorum. Elime ayağıma da püskürtünce onun serinliğinde biraz uyuyabiliyorum ama yanımda yatan sevgili kocam ertesi gün bu durumdan rahatsız olduğunu şöyle ifade ederek beni gülme krizlerine soktu: "Lütfen gece o suyu sadece kendine püskürt, yoksa kendimi manavdaki sebzeler gibi hissediyorum. "

Arkadaşımın tavsiyesi üzerine, koşu yaparken çok terlemek için göbeğime naylon poşetlerinden sardım. Ucuz ya, fikir mantıklı geldi denedim. Keşke yazıları olan poşeti tercih etmeseydim. Çok terleyince poşetin yazıları bana geçmiş. Artık göbeğim kendisini tercih edenlere teşekkür ediyor ve yine bekliyor...

Hoca ile birlikte doktor adayları sabah viziti geziyorken birden, telefonun sesini kapatmayı unutan bir öğrencinin telefonu Emre Aydın şarkısıyla çalmaya başladı. ''Adam olmaz dedin senden...'' Hocanın merakla beklenen tepkisi gecikmedi. ''Baban arıyor galiba. Söyle, haklı çıktı.''

5 yaşındaki yeğenime babası soruyor: "Büyüyünce ne olacaksın kızım?" "Asena olacağım babacım; sen ne olacaksın?" Babası gayet sakin cevap veriyor: "Katil" İkisine de meslek hayatlarında başarılar.

Sevgili anneanneciğim, havaalanındaki kadın polis memurunun amacı sana sarılmak değil üzerini aramaktı. Hadi sarılıp sırtını sıvazladın, bir de üstüne öpmenin ne gereği vardı?

Bundan birkaç sene önce büyükannemi doktora götürdük. Muayeneden sonra tahlil için gün verip "Sabah sakın bir şey yemeyin, aç karnına gelin." diye tembihlendi. Hastaneden çıktıktan 5 dakika kadar sonra büyükannem sessizliği bozdu ve buram buram umut kokan sorusunu sordu. "Kahvaltıda ne ikram edecekler acaba? Aç gelin diye o kadar sıkı tembihlediler. .."

Pek çok memleket gezdim ama hiçbir yerde Malatya'daki pratik düzeni göremedim. Kız Meslek Lisesi, yanında Erkek Meslek Lisesi, yanında Evlendirme Dairesi.

Bir alkış da metroda, elektrik paneline oturmakta ısrar eden gençlere ''Bak karışmam g.t kanseri olabilirsiniz haa...'' diye gayet bilimsel bir ikna yöntemi sergileyen görevliye gelsin. Zira biz de gülmekten çene kanseri olduk.

Babama bilgisayar ve internet kullanmayı öğrettiğim ilk günler... "Baba bak bu mouse, yani fare." diyorum, nasıl kullanıldığını gösteriyorum. Birkaç gün sonra babam beni çağırıyor. "Kızım gel bak, bu kurbağa çalışmıyor!"

Oğlum, saatlerce uğraşarak kartondan yaptığım buzdolabı modeli ile ödevinden en yüksek notu aldı. Öğretmeni ona "Aferin!" demiş. "Herkes anne ve babasına yaptırmış. Ama sen kendin yapmışsın, belli." Kendimi hiç bu kadar beceriksiz hissetmemiştim. Karım iki gündür gülüyor. Karizmam yerle bir oldu. Teşekkürler öğretmen hanım!

Kilo aldığımda, "Kilo aldın, biraz zayıfla" demek yerine, "Hadi tosunum, az daha ye seni halde hamal yapacağım" diyen sevgili kocam, ben sana kel olmandan dolayı "Az daha parlat, gece lambası yapıcam seni" diyor muyum? Demiyorum!

Özel bir bankadan defalarca, kredi başvurusu yapmam için arayan kadına "Hanımefendi ben zengin bir koca buldum, krediye ihtiyacım yok çok şükür. Darısı başınıza!" dedim. Artık arayanım yok, mutlu ve huzurluyum.

Sevgili beli ağrıyan teyze; külodunun içine iğneleyerek elalemden sakladığın zinet eşyanlarını röntgen filmiyle tespit etmiş bulunmaktayız. Bilgilerine. ..

Canım kaynanacığım, hani evimize her gelişinde, bin bir bahaneyle evin her köşesini gezip temiz olup olmadığını kontrol ediyorsun ya, hiç zahmet etme tertemiz her yer. Çünkü sen gelmeden önce oğluna saatlerce evi temizletiyorum.

6 yaşındaki oğlum babasıyla yaptığımız hararetli tartışmanın ortasında kocamın üzerine yürüyüp "Artistlik yapma len!" dedi. Evet oğlum, koru anneni böyle televizyondan öğrendiğin repliklerle.

4 Ağustos 2009 Salı

İlk 14 günün detayları - 3

Geldik ertesi güne, yani 2 Eylül Perşembeye. Aşkımın üniversiteden arkadaşı Ayhan'ın bir doktor arkadaşı vardı Gayrettepe'deki Florence Nightingale'de. Bu arkadaşı aynı yerde beyin cerrahı olan bir doktorun yanına götürdü bizi.

Benim Ayşem'le ve Ayhan'la tanışmam evlenmemizden önceydi. Tam kapılarının zilini çalmak üzereydik ki Feza cep telefonumdan aramıştı, programımızı soruyordu. Ben de 'Celal'in arkadaşlarına yemeğe geldik' diyordum ki o sırada Ayşem kapıyı açtı ve 'Ne yemeği, yemek yok, aperatifler var' deyiverdi :) Ayşem-Ayhan dostluğu böyle başladı. Yıllar sonra ilk kızları Ilgın sanırım 5 yaşındaydı, tatile gittiğimiz Kalkan'daki otelin havuzunda bana şu soruyu sorduğunda: 'Dilek, sen benim neyim oluyorsun?' E çocuk haklıydı sormakta, Ayşem'in ve Ayhan'ın yaşıtımız olan tüm akrabalarına 'teyze' 'amca' diye hitap ederken, bana 'Dilek' aşkıma da 'Celal' diyordu ki bu tamamen bizim tercihimiz. Bakmıştı, özellikle aile içinde kutlanan doğumgünlerinde, bayramlarda sürekli beraber olduğu kişilerdik ama, ilişkisel boyutta bir şeyler vardı tam anlayamadığı. En doğrusunu yapıp, bana sordu onun neyi olduğumu. Tabi ben hiç beklemediğim bu soru karşısında önce şaşırdım, sonra çok mutlu oldum açıklarken: ben anne-babasının akraba kadar yakın olduğu biriydim, daha önemlisi onun arkadaşıydım. Ayşem-Ayhan-Ilgın-Defne: 'Her eve lazım'lardanlar.

Bu doktor Cengiz Kuday'ın ekibindeydi. Sağolsun bize tüm detaylarıyla ameliyatı anlattı. O kadar ki, sinüs hattı devre dışı kalmamışsa çok kanlı bir ameliyat olacağını, aç girmeyi tercih ettiğini, tok girenlerin mutlaka kustuklarını, ameliyatta olabilecek her türlü aksaklık detayına varıncaya kadar. Sanki biz de doktorduk, ameliyatı planladık birlikte. Öyle olursa şunu yaparız, böyle olursa şu, bu kadar kan gerekir vs... Açıklamaları bittikten sonra şöyle demişti: 'Hiç bir doktor bu kadar detaylı bilgi vermez, siz arkadaş yakını olduğunuz için hiç bir şeyi saklamadan anlattım.' Bizde 'saol' deyip ayrıldık yanından. 'Kal gelmişti' hepimize. Bu kadar detaylı anlatması bir yandan iyi, diğer yandan dehşet verici!

Ertesi gün Şişli'deki FN'de randevumuz vardı Prof. Dr. Orhan Barlas'la. Orhan Barlas'ı da eniştemin (teyzemin kocası) eczacı bir arkadaşı vasıtasıyla bulmuştuk. Çapa Tıp'ta okuyan oğlunun hocasıymış. Bizi odasına aldığında her zamanki gibi hikayeyi özetledik, her doktor gibi o da büyülenmişcesine baktı MR'lara. Beyin cerrahlarının meslek hayatları boyunca ya bir, ya da iki kez görebilecekleri bir vaka olduğunu söyledi. Bir ameliyatla tümünün temizlenme şansının olmadığını, ikinci hatta üçüncü ameliyatların gerekebileceğini belirtti. Kafatasındaki kalınlaşma için, biyopsi kontrolünden sonra gerekirse yapay kafatası yapılabileceğini ekledi. Beynimi emanet edebileceğimi hissettiğim bir doktor bulmuştum sonunda.

Tabi ya, kafatasımın kalınlaştığını söylemeyi unuttum onca şey arasında. MR'larda tümörlerle birlikte o da gözüküyordu, hatta görmemek imkansızdı. Kendimle dalga geçmiştim: 'Bi de kalın kafalısın dediklerinde kızardım, insanların bi bildiği varmış işte!'.

Bu toplumda, bu koşullarda...

"Bu, sadece seçim yapmakla ilgili değil... Onun ötesinde, iki seçim arasında neler olduğuyla ilgilidir. Baskı çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Hatta, seçim yapabilen ülkeler bile, insanlarını sefalete sürükleyen sorunların altında kalabilir.

Liderleri, şahsi menfaatleri uğruna ekonomiyi istismar ediyorsa, o ülke refaha kavuşamaz. Ya da polisi... Eğer polisi uyuşturucu kaçakçılarınca satın alınmışsa... Hiç kimse, tepedeki kaymağın yüzde 20’sini hükümetlerin yediği bir ülkeye yatırım yapmak istemez. Veya kamusal kurumların kokuştuğu... Hiç kimse, hukukun, rüşvet ve gaddarlığa geçit verdiği bir toplumda yaşamak istemez. Hatta siz ara sıra seçim yapsanız da, bu, demokrasi değil, diktatörlüktür. Ve şimdi, bu biçim yönetimlerin sona erme zamanıdır.

21. Yüzyıl’da başarının anahtarı müktedir, güvenilir, şeffaf kurumlardır: Güçlü parlamentolar, namuslu güvenlik güçleri, bağımsız yargıçlar... Bağımsız medya, canlı bir özel sektör ve sivil toplum örgütleri... Bunlar demokrasinin can damarıdır çünkü insanların günlük yaşamları bunlar üzerine kuruludur.”

Yukarıda bir konuşmadan küçük bir alıntı var. Kimden alıntı yaptığımı daha sonra yazacağım. Ülkemizin bugünlerdeki durumu bundan daha iyi tarif edilebilir miydi?

Seçimlerde tek başına iktidara gelenlerin, yaklaşık 7 yıldır tek başlarına iktidarda olanların elinde 'insanlarını sefalete sürükleyen' öncelikle işsizlik ve ekonomik kriz için herhangi bir çözümünün varlığına inanmamız için herhangi bir işaret var mıdır? Ya aşağıdaki örnekler?

Almanya'da 'yüzyılın bağış skandalı' denilen Deniz Feneri davasında, dosyanın gelme(me)si, unutturulması...Memleketin neredeyse tamamının telefonlarının izinsiz dinlemesi...Yerel seçim zamanı kaçak inşaata göz yumulması, oylar garantilendikten sonra, daha pusulalarının mürekkebi kurumadan bunların yıkılması...Kamunun sorumluluğu bulunan hiç bir davada memurlara soruşturma izni verilmemesi (Dink, Davutpaşa, Deniz Feneri vb)...Evine ekmek götürmeye çalışan, 'İş istiyoruz' diyen kadınlarla 'Ev işleri size yetmiyor mu' diyerek dalga geçmeler (Veysel Eroğlu)...Yerel seçimlerde dalga geçer gibi şebeke suyu olmayan köylere çamaşır makinası verilip 'sosyal devlet' olma numaraları çekilmesi ve seçimden sonra 'sosyal devlet' olmanın şartlarının unutulması...Yerel seçimlerde 'Oyunu Akepe'li adaya ver, başka partiden adaya oy verirsen hizmet alamazsın' diyerek halkı tehdit etmeler (Şahin, Gökçek, Özbayrak)...İlçe Seçim Kurulu Başkanı'nın 'seçimde kurallara uyulmadı' itirafı (Kocaeli Merkez ilçesi İzmit)...Danıştay'ın verdiği yürütmeyi durdurma kararını, Çevre Bakanlığı tarafından bir talimatla hiçe saymalar (Uşak-Eşme)...Havaalanında kimlik soran polisi sürdürmeler (Akepe Erzurum MV Muhyettin Aksak)...Üniversiteli gençlere linç girişimini 'Güzel tepki' diye övmeler (Celalettin Cerrah, 2006)...Yolsuzluk zanlısı Akepeli Akfırat Belediye Başkanını 'Dürüst, yetenekli, çalışkan' diye mahkemesi devam ederken savunmalar (Mehmet Ali Şahin. RTE, dün itibarıyla bu zatın Meclis Başkanı olmasında karar kılmış)...İçişleri Bakanlığı tarafında valiliklere 'İçkili yerlerin belli bölgelerde toplanması' genelgesiyle birlikte (2005) 62 ilde içki içme ve içki satma yasaklamaları (Merkez Haber Ajansı araştırması)...Ve daha niceleri...

Yukarıdaki alıntıyı Mehmet Ali Kışlalı'nın 24 Temmuz tarihli Radikal'deki köşesinden yaptım. ABD Başkanı Obama'nın geçenlerde Gana'da yaptığı konuşmasından bir bölüm. Evet, evet bildiniz, Afrika'daki Gana. Adam bu konuşmayı Afrika kıtasının Gana ülkesine hitaben yapıyor. Mehmet Ali Kışlalı bu konuşma notunu Türkiye'den bir meslektaşına gösteriyor, ve o meslektaşının sözleri:

“Konuşma sanki Türkiye için yapılmış gibi... Uyarılar hedefi 12’den vuruyor. İnanılır gibi değil... Ama bence asıl acıklı olan, bana hüzün veren, Cumhuriyet’in 86. yılında, Afrika için yapılan uyarıların Türkiye’nin bugünkü şartlarına bu kadar uyması... Bu sözler, örneğin, 20 sene önce söylense, bu kadar kesin bir ifadeyle ‘sanki bizim için söylenmiş’ der miydik, acaba? Afrika nere, Türkiye nereydi, bir zamanlar.. Atatürk’ün, bütün bu ülkelere örnek olan, örnek alınan ülkesiydik.. Şimdi.. Demek, aynı paraleldeyiz.. Ne yazık!..”

Bu yorumun üstüne ekleyebileceğim bir tek şey var. Obama'nın konuşmasını, 'Hiç kimse, hukukun, rüşvet ve gaddarlığa geçit verdiği bir toplumda yaşamak istemez.' cümlesini Türkiye için geçerli kılacak bir bilgi kırıntısı:

Ülkemizde yılda yaklaşık 2700 kişi intihar ediyor. Yani 3,5 saatte bir kişi 'Ben bu toplumda, bu koşullarda yaşamak istemiyorum.' diyerek öbür tarafa gidiyor. (Türker Alkan, 1 Ağustos 2009, Radikal)

2 Ağustos 2009 Pazar

Yarım kilo vişne

Nazilli'de kendi çiftliğinde ürettiği sebze-meyve ve peynir, zeytin, zeytinyağı, börek, reçel gibi ürünleri kargo ile İstanbul'a gönderen bir 'hanımağa' keşfetti aşkım. (İlgilenenler için: http://nazillisebzeleri.blogspot.com/2008/07/nazilliden-ky-rnleri.html) Geçtiğimiz hafta ürün listesine bakarken görünce yarım kilo da vişne sipariş ettim.

Mesoş'un (anneannemin) vişnelerin çekirdeklerini çıkarmakta kullanılan bir aleti vardı. Anneme de söylemiştim bulursa alsın diye. Bugün öğlen telefon açtı, müjdeli haberi verdi, Migros'ta bulmuş. Alışverişleri bitince, eve dönerken bana bıraktılar. Bu aleti bulamasalardı annem bir yöntem söylemişti. Büyüçe bir kilitli iğnenin bir ucunu açıp, yuvarlak olan kısmının yardımıyla da çıkartılabiliniyor vişnelerin çekirdekleri.

Çekirdek çıkartıcı gelince, buzdolabından vişne paketini aldım. Ezilmesin diye yayvan yoğurt kabında göndermiş 'hanımağa'. Kapağı açtığım anda başka, ama tanıdık bir dünyaya adım attım. Vişnelerin saplarını büyük özen göstererek kopardım ve yumuşak hareketlerle yıkamaya başladım. Kimisi iriceydi ama çoğunluk tam olması gereken kadar. O kadar güzeldiler ki, o kadar eski ve güzel bir histi ki onlara dokunmak. Hiç bitmesin istedim. Isıra ısıra yediğimiz domatesler, mis kokulu acurlar, asmasından topladığımız üzümler, dalından kopardığımız şeftaliler, limonlar... Bir bir parmaklarımın ucundaki vişnelerde canlandılar. Sonra mis kokulu gül reçeli, baldan tatlı üzüm reçeli, puf börekleri, tirit ve daha niceleri...

Yıkadıktan sonra iki ayrı kap aldım. Birine çekirdekleri, diğerine de vişneleri koymak için. Kapların altına bir mutfak önlüğü serdim. Diğerini ben taktım. Mesoş, mutfak bezlerini bebe önlüğü gibi bağlardı ki vişne suyu sıçrarsa üstümüz başımız leke olmasın. O günlerdeki gibi dikkatlice yerleştirdim ilk vişneyi, bastırdım iki ucu. Ama çekirdek çıkmadı. Sonrakilerde de aynı işlemi, aynı yumuşaklıkla gerçekleştirdim. Kimisinde çekirdek pırıl pırıl çıktı, kimisinde üzeride meyvevin eti biraz kalarak. Tıpkı o günlerde yaptığımız gibi, çekirdeği attım ağzıma; ekşi-acı vişne tadı yayıldı ağzımda. Dedim ya çok tanıdık bir dünyadaydım.

Mesoş vişneli un helvası yapardı. Tarifini annemden alıp yapacağım. Vişneleri o yüzden getirttim.

Hızlı, huysuz, ısrarcı, asosyal, dedikoducu = blogger

Hürriyet Pazar ekinde bugün Tolga Tanış yazmış. Amerika'nın adını duyurmuş olan blogger'larının ortak özelliklerini şöyle sıralamış:

"ÇOK ÇALIŞIYORLAR: Uyku düzenleri yok. Josh Marshall (39) gibi yetişemeyince yanında başka gazeteciler çalıştırmaya başlayanlar var.

ISRARCILAR: Eski bir Moskova muhabiri var, adı Nikki Finke (56). Şimdi Hollywood yöneticileriyle ilgili yazıyor. Yaza yaza, sonunda geçen hafta NBC Entertainment Yönetim Kurulu Başkanı’nı istifa ettirdi.

HIZLILAR: Sürekli güncelliyorlar. Michelle Malkin (38), iki çocuk annesi, arada kitaplar yazıyor ama yine de günde 5 makale hazırlayabiliyor.

HUYSUZLAR: ‘Ben şunu beğendim’ değil, ‘Şunu beğenmedim’ yazıları yazıyorlar. Etrafa toy övgüler saçmıyorlar. Daily Kos’u hazırlayan Markos Moulitsas’ın (38) Hillary Clinton eleştirileri gibi.

ASOSYALLER: Davetlere gitmiyorlar. Yılışık çevrelerden uzak duruyorlar. Matt Drudge’ın (43) fotoğrafını çekebilen çok az kişi var.

DEDİKODUCULAR: Amerika’da da hâlâ kötü bir laf bu ama yine de dedikodu yazıp okutuyorlar. Sorduğun zaman ise “Ben değil başkaları yapıyor” diyorlar. Medya blogu yazan Jim Romenesko’yla (56) görüştüm, “Artık ismini açıklamayan kimseden bilgi almıyorum, ben dedikodu yapmam” dedi."

Kendime ısrarcı+huysuz+hızlı blogger kategorisinde yer verdim.

Israrcılığımla ileride birilerinin istifa etmesine sebep olmak istiyorum ama, adamları görüyorsunuz. Yaptıkları hatalardan dolayı ana muhalefet partisi istifalarını istiyor da, bizimkiler 'Emrin olur!' (Mehmet Ali Şahin, Nisan 2009) gibi gayri ciddi bir tavır sergiliyorlar! Ama, ümitliyim yine de.

Huysuzluğa gelince, elime su dökebilecek kimseyi tanımam.

Hız konusunda Tolga Tanış'ın bahsettiği Michelle Malkin kadar olmasam da, fena da sayılmam hani.