Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Umut: ballı börek mi, fakirin ekmeği mi?

26 Haziran günü Radikal Gazetesi'ni okurken 'Türk halkı geleceğinden umutlu' diye büyük puntolarla yazılmış haber başlığını gördüm. 'Oh' dedim, 'sonunda 'Güzel Ülkemden İstatistikler' bölümüne mutlu ve umutlu bir ilave yapacağım'.

Fakat, o da ne? Haber TÜİK'in 2008 Ekim ayındaki 'Yaşam Memnuniyeti Araştırması'nın sonuçlarından bahsediyor; hani benim 'Güzel Ülkemden İstatistikler' bölümünde yer verdiğim. Ee, ne var bunda, diyebilirsiniz, bence çok şey var çok!

26 Haziran'daki habere göre, Türkiye'de her 100 kişiden 60'ı kendi geleceğine umutla bakıyormuş. Eğitim seviyesi ve hanehalkı geliri yükseldikçe gelecekle ilgili umut da artıyormuş. Yüzdelerle ifade edersek:

* bireylerin %60.4'ü geleceğinden umutlu, %4.5'i çok umutlu
* bireylerin %26.3'ü umutlu değil, %8.8'inin hiç umudu yok
* Y. okul/üniversite mezunu olan erkeklerin %73.9'u, lise ve dengi okul mezunu erkeklerin %66.1'i, ilköğretim/ortaokul mezunu erkeklerin %64.1'i, ilkokul mezunu erkeklerin %62.2'si geleceklerinden umutluymuş. Okur yazar olup herhangi bir okuldan mezun olmayan erkeklerin %60.5'i, okur yazar olmayan erkeklerin %59'u geleceklerinden umutluymuş. Kadınların umutluluk yüzdeleri erkeklerle üç aşağı beş yukarı aynıymış.

Haberde kullanılan cümleyi aynen tekrarlıyorum: 'Eğitim gibi gelir düzeyi de umudu besliyor.'
* Hanehalkı geliri 450 TL ve altındaki bireylerin %50'si
* Hanehalkı geliri 451 TL-700 TL olanların %60.7'si,
* Hanehalkı geliri 701 TL-900 TL olanların %62.3'ü 'Umutluyuz' diyormuş.

Yaşa göre değerlendirildiğine:
* 18-24 yaş arasındakilerin %69.4'ü
* 25-34 yaş arasındakilerin %64.1'i
* 35-44 yaş arasındakilerin %59.9'u
* 65 yaş ve üzerindekilerin %63.7'si 'Umutluyuz' diyormuş.

'Bireyler sosyal güvenlik kapsamında olmasalar bile geleceklerine umutla bakabiliyorlar. Sosyal güvenlik kapsamında olanların %68.1'i kendi geleceklerinden umutlu.' diyor haber. Yani, %31.9 gibi bir oran sosyal güvenlik kapsamına dahil değilken bile umutlu!

Hemen bendeki istatik bilgilerine tekrar bakıyorum.

'Aylık geliriyle hanehalkı ihtiyaçlarını karşılanması' için 'zor ve çok zor' diyenler:
* 5-6 kişilik hanehalkında %56.4
* 7-9 kişilik hanehalkında %77.7
(Türkiye genelini en iyi yansıttığına inandığım ikisini aldım. Diğerleri için bkz: Güzel Ülkemden İstatistikler)

En yukarıdaki yüzdelerle son iki satırdaki yüzdelerin aynı insan gruplarını temsil ettiğine inanası gelmiyor insanın. Araştırmanın üzerinden neredeyse 8-9 ay geçti. Böylesi olumlu bir tablo Nisan 2009'da yani araştırmanın sonuçları ilk yayınlandığında vardıysa, neden o zaman kamuoyuyla paylaşılmadı? Uygun bir zaman mı beklendi? Uygun zaman beklendiyse, bunu kim, neye göre belirledi? Yoksa TÜİK raporun bu bölümünü yayınlamayı mı unuttu? TÜİK'den gelecek başka sürpriz raporlara hazırlıklı mı olalım, yoksa zaten yeni araştırmanın zamanı yaklaşıyor, onun sürprizlerle dolu sonuçlarını mı bekleyelim?

TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması'nın kadrolu deneklerinin muhabbetleri:

- İçimi bi umut kapladı, yüreğimin yağları eridi be
- Aaa, sen durduk yerde umutlanmazsın, gene nooldu?
- Ya aslında çok alakalı diil ama, termikle ilgili bi konu vardı da..
- Bakan babanla sen işinizi bilirsiniz, yeni umudun hayırlı olsun
* * * * * * *

- Abi naber ya?
- Nolsun işte, yuvarlanıp gidiyoruz Kocaeli'ne.
- Hayırdır?
- Ne bilim abi, anca Kocaeli'nde geleceğime umutla bakabiliyorum.
- Allah allah, nedenini merak ettim şimdi?
- Ya aslında çok bişi diil ama Altınova'da yatırımlarım var da ondan
- Ha anladım, en güzel tarım alanlarının olduğu yerde senin de arazilerin var
- Yok be hacı ben o kadar düşmedim! Orda birkaç tersanem var da o bakımdan yani..
- Bakan babanın koltuğu bize de bi umut verse ya abi!
* * * * * * *

- Ehi ehi ehii
- Noluyo Seyfettincim?
- Sus hanım sus, acayip umutluyum bu seneki rektörlük seçimlerinden veeee tabi ki gelecekten
- Hayda, nerden çıktı birden bire bu umut
- Nerden olacak Adlı Tıp 6. İhtisas Kurulu'nun Hüseyin Üzmez raporundan!
* * * * * * *

- Sayın Bakan bi soru sorabilir miyim?
- Buyur sor.
- 24 Kasım Öğretmenler günü nedeniyle 81 ilden gelen öğretmen temsilcilerini kabul etmiştiniz ve Türkiye'nin çetelerin, organize suç örgütlerinin faaliyet gösterdiği bir ülke olmaması gerektiğini ifade etmiştiniz. Hatta şöyle demiştiniz: '(..) Dikkat ederseniz bu organize suçların önemli bir kısmı yüksek tahsilli insanlarca işlenmiş gözüküyor.' Yani organize suçlar yüksek tahsil alanlar tarafından işleniyor ve y. okul/üniversite tahsili alanların %74'ü geleceklerine umutla bakıyor. Bu durumda geleceğe umutla bakmak ile organize suç işlemek arasında doğrudan bir ilişki söz konusu mudur?
- Hö?

TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması'nın kadrosuz deneklerinin muhabbetleri:

- Abi, geçinmeyi bile zor beceriyoruz. Ama bişi diyim mi sana, çoluk çocuk, yengen, anam babam hep beraber inanmazsın acayip umutluyuz!
- Neden umutlusunuz böyle toptan ailecek yav?
- Abi ne biliim ya, fakirin ekmeği umut işte.
* * * * * * *

- Hadi çocum hadisene!
- Ya anne çok zor ama
- Anasının kuzusu hadi ezberleyiver şu 40 hadisi
- Bağane yaa, ezberlemicem işte!
- Gebertirim valla seni! Ezberlemezsen yarın gene ayakkabılarımızı kemiririz a oglum benim! Bak Antalya Müftülüğü ve MEB beraberce bize bi umut verdi, 100 TL kazanıcan 40 hadisi ezberleyip. Hadi aslanım benim, hangi hadiste kalmıştın?
* * * * * * *

- Abi baksana Başbakanımız ne demiş geçenlerde
- Ne demiş?
- Bizim kültürümüzde sadaka meşrudur. Belediye ve merkezi yönetim bunu yapmakla mükelleftir, demiş.
- Valla tam annamadım ama galiba sadaka mundardır mı demiş?
- Yok lan, ööle diil.
- Ya ne?
- Az dur, çıkarıcam şimdi.
- Sevsinler seni!
- Koyarım kapının önüne! Şimdi küfrettireceksin! Bak olay şu: adam diyo ki sadaka diye bi şey var. Doğru di mi?
- Doğru valla ne diyim.
- Sonra, sadaka vermek diye bi şey daha var. Gerisini ben de tam annamadım ama, galiba herkes birbirine sadaka versin diyo.
- Hey aslanım be! İşte milletinin derdine derman olan bi başbakan. Olum tutmasam kendimi ağlıycam şimdi!
- Var ya, çok şanslıyız ha. Dünya başbakan görsün be. Türkiye seninle gurur duyuyor be!
* * * * * * *

Haydi hayırlı işler!

25 Haziran 2009 Perşembe

Yine yeşillendi Bakan'ın hedefleri :)

5 Haziran'da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nu televizyonda izledim. Dünya Çevre Günü dolayısıyla konuşuyordu. Altta sıralayacağım vaatlerinin bir kısmını kulaklarımla duydum. Diğerlerini de gazateci arkadaşlar yakalamışlar. Şimdinin Türkiye'sinde kullanımı çok moda olan 'wishful thinking' olarak kalmaması ve gerçekleşmesi dileklerimle vaatleri sıralıyorum:

* Türkiye'nin çevre konusunda AB'yle mevzuat uyumu 2012'ye kadar tamamlanacak

* Üç adet katı atık düzenli depolama tesislerinde metan gazından elektrik de elde ediliyor. Halen var olan tesislerle 31 milyon kişiye hizmet veriliyor. 2012'de 57 milyon kişiye yükseltilmesi planlanıyor

* 110 belediye sınırları içerisinde toplanan, geri kazanılan ve kayıt altına alınan ambalaj atıkları için elektronik bilgi ve takip sistemine geçilecek. Bertaraf tesisler ve Bakanlık arasında elektronik bilgi ağı kurulacak

* Büyük Menderes ve Yeşilırmak havza yönetim planları bu yıl tamamlanacak

* 2010'da toplam belediye nüfusunun %73'ünün atık suları arıtılacak

* 81 ilde 116 istasyonla izlenen hava kalitesi 2014'de 209 istasyonla izlenecek

* Kyoto protokolüne katıldığımız için gönüllü karbon piyasalarının işleyişi kolaylaştırılacak ve kayıt sisteminin oluşturulmasına yönelik çalışmalar hızlandırılacak

* Hibrid motorlu araçlardan daha az vergi alınmasına ilişkin yeni vergi düzenlemesi için çalışmalar başlatılacak

Yeşil temizlik

Madem çevre bilincinden bahsediyoruz, birkaç öneri de Annie B. Bond'un (www.anniebbond.com) kitabı Clean & Green'den. Amerikan Hastanesi'nin dergisi yazmış:

Çok amaçlı temizleyici

1/2 tatlı kaşığı çamaşır sodası (sodyum karbonat)
Biraz sıvı sabun
2 bardak sıcak musluk suyu
Malzemeleri spreyli şişeye koyup çamaşır sodası tamamen eriyene kadar çalkalayın. Temizlenecek yüzeye sıkıp bir sünger ya da bezle silin.

Cam temizleyici

1/2 tatlı kaşığı sıvı deterjan
3 yemek kaşığı sirke
2 bardak su
Malzemeleri spreyli şişeye koyup karıştırın. Temizlenecek yüzeye sıkıp bir bezle silin.

Küf temizleyici

2 tatlı kaşığı çay ağacı yağı
2 bardak su
Malzemeleri spreyli bir şişeye koyup karıştırın. Uygulamadan sonra durulamayın. Banyo perdesi, duş kabini gibi yüzeylerde bebe yağı da olumlu sonuç verecektir.

Mobilya cilası

1/2 tatlı kaşığı zeytinyağı
1/4 bardak sirke ya da taze sıkılmış limon suyu
Malzemeleri cam bir kavanoza koyup karıştırın. Yumuşak bir bezi solüsyona batırıp ahşap yüzeylere sürün. Artan solüsyonu kavanozun kapağı kapalı bir şekilde istediğiniz kadar saklayabilirsiniz.

Teşekkürler Annie, teşekkürler Amerikan Hastanesi!

24 Haziran 2009 Çarşamba

Evsel atık yağlar evinizden alınıyor!

30 Mart 2010 Notu: evsel atık yağlar ile ilgili tazelenmiş bilgileri bu yazıdaki yorumlardan okuyabilirsiniz.



'Alo Atık' hattının numarası 444 28 45

1 lt atık yağ, 1 milyon lt içme suyunu kirletiyormuş. Kızartma için kullandığınız yağları herhangi bir yere dökmeyin. Evinizde 5 litre atık yağ biriktirin. Yukarıdaki telefonu arayın, gelip kapınızdan alsınlar.

8 Haziran tarihli yazım

Birikmiş gazeteleri, dergileri temizliyordum, gözüme bir haber çarptı.

O günkü yazımda anlattığım trafik kazası vardı ya, nedenini bilmiyordum, şimdi öğrendim. Hemen anlatıyorum.

Kaza yapan aracın sürücüsü de tıpkı yolda benim sinirlendiğim araçların sürücüleri gibi sabırsızmış! O aracın sürücüsü de kendisine ayrılmış olan tek şeritte beklemekten sıkılmış, konilerle ayrılan yani girilmez olan ve aslında karşı yönden gelenlerin şeridine dalmış! Sabırsızmış, sıkılmış ve trafik kurallarını ihlal etmiş... Ve kendisi dahil 5 kişiyi öldürmüş, 5 kişiyi de fena halde yaralamış.

Bu ne Allah aşkına ya! Ben de kalkmış 'Ölülere de mi saygınız yok!' diye bizim yakadaki sabırsız ve sıkılmış olan potansiyel katillere soruyorum! Katilin katile saygısı mı? Pöh...

İlk 14 gün

Rektifiye 1'in kronolojik gelişmesi şöyle:

28 Ağustos 2004, Cumartesi: tanının resmileşmesi
29 Ağustos 2004, Pazar: Anneme Amerika dönüşü şok haber
30 Ağustos 2004, Pazartesi: Ünlülerin beyin cerrahı olarak bilinen Prof. Cengiz Kuday'la görüşme, MR'ları ona bırakma
31 Ağustos 2004, Salı: Cerrahpaşa'ya gidip MR'ları geri alma, bir-iki doktora gözükme, aşkımın GS'dan ablası olan Dr. Ayşe Fidan Baturalp'le Amerikan Hastanesi'nde görüşmesi
1 Eylül 2004, Çarşamba: Ayşe ablamızın yönlendirmesiyle Amerikan Hastanesi'nde nörolog Dr. Hale Uyguçgil ile görüşme ve ameliyatımda asistan olacak olan Doç. Hakan Bozkuş'un MR'larımı açıklaması
2 Eylül 2004, Perşembe: Arkadaşımız Ayhan (Ayşem'inki) vasıtasıyla FN'deki bir doktordan (Cengiz Kuday'ın ekibinden) ameliyat ile ilgili bilgi almamız
3 Eylül 2004, Cuma: FN'de Orhan Barlas ile görüşme
4 Eylül 2004, Cumartesi: Arkadaşımız Ayhan (o zamanlar Feza'nınkiydi) vasıtası ile ameliyatımı yapacak olan Ali Çetin Sarıoğlu ile ilk görüşme
5 Eylül 2004, Pazar: Mutlaka birşeyler yapmışızdır
6 Eylül 2004, Pazartesi: Doktor muayeneleri açısından boş geçen bir gün
7 Eylül 2004, Salı: Necmettin Pamir ile görüşme ve akşamında Ali Hocaya 'Beynimi size emanet ediyorum' deyişim
8 Eylül 2004, Çarşamba: Hastane alışverişleri, ofiste parti
9 Eylül 2004, Perşembe: Hastaneye yatış ve hastanede parti
10 Eylül 2004, Cuma: Beyin rektifiyesi 1

27'sini de dahil edersek 14 gün içinde hayatımız sabah kalk, işe git, doktora git, akşam eve dön ya da anneme git oradan eve dön eylemlerini gerçekleştirmekten ibaretti. Muayeneye gidip işe döndüğümde MR filmlerimden 1-2'sini ofisin camına dayayarak iş arkadaşlarıma o doktorun ameliyat planlarını, tümörlerin yerlerini de göstererek anlatıyordum.

Tabi bundan önce ofise haberi nasıl verdiğimi anlatmam lazım. 31 Ağustos Salı günü tatilim resmi olarak bittiği için ofise gittim. Genel müdürümüzün sabahtan toplantısı yokmuş ki ofise geldi. Baş başa görüşme imkanımız var mıydı diye sordum. Küçük toplantı odasına geçtik, tatili konuşurken, konuya girdim. Kendisine bir iyi bir de kötü haberim olduğunu söyledim. İyi haber migrenim olmadığıydı. Aman ne kadar sevinmişti buna, anlatamazdı. Bir an durdu, iyisi buysa kötüsü neydi ki? Kötü haberi verdim. Hani 'dondu kaldı' denir ya, aynen öyle, dondu kaldı. Ben o arada hangi doktorlara gittiğimi, neler söylediklerini ve daha hangi doktorlara gideceğimi anlattım. Ofiste ilk kendisine anlattığımı, şimdi ofisle paylaşmak istediğimi söyledim. O saatte ofiste olan tüm iş arkadaşlarımı çok güzel olan mutfağımıza davet ettim. Ve tekrarladım her şeyi.

Madem ofis hikayelerine girdik, partiyi de anlatayım. Ertesi gün hastaneye yatacağım. Ciddi bir ameliyat olacağım, şaka değil beyin ameliyatı. Geçici bir süre için yürüyemeyeceğimi doktorum anlattığı için bir süre işimden uzakta kalacağım belli. Ofiste akşamüstü bir koşuşturmaca var ama, benim kafam onunla meşgul olamayacak kadar dolu. Neden sonra beni eğitim salonumuza çağırdılar. Gittiğimde masalarda yiyecekler, içecekler, hediye paketleri beni bekliyordu. Çaldık, söyledik, çok eğlendik. Hediyeleri açma faslında -bence- çok duygusal bir konuşma yaptım, dün gibi hatırlıyorum. Tamamını değil ama sonunu yazacağım: Dönüşüm muhteşem olacak! Alkış kıyamet tüm ofis ayakta...

Diyebilirsiniz ki bir yandan 'şaka değil, beyin ameliyatı', diğer yandan 'partide çok eğlendik', ne iş? Yanıtım 'iyi iş'. Hiçbir zaman gelecekteki olası felaket senaryolarıyla yaşamadım, 'hele bir olsun, o zaman bakarız' dedim. Sonradan koçluk eğitimlerinde öğrendim ki buna 'living in the moment' deniliyormuş, yani 'şimdi, şimdiyi yaşa geçmişi ya da geleceği değil'.

Başka birşey daha var, ama onu bir metaforla anlatacağım. Filmin en heyecanlı yerinde elektriğin kesilmesi gibi düşünün. Jeneratörünüz varsa şanslısınız, devreye girdiğinde kaldığınız yerden film seyretmeye devam edersiniz. Jeneratörünüz yoksa, el el üstünde elektriğin geri gelmesini beklersiniz. Neyse ki her insanda 'jeneratör' mevcut. Nerede gizlenmiş olduğu, nasıl aktive edileceği, gücünün kaç Watt olduğu gibi konularda ve daha birçoklarında koçluktan faydalanabilirsiniz. İsteyenleri kendi jeneratörlerini paylaşmaya davet ediyorum :)

Benim jeneratörüm: Hayat, beyin ameliyatı söz konusu olduğunda bile güzel.

23 Haziran 2009 Salı

Foça'da orman yangını

Sabah tedaviye geldim, saat 9'u 10 geçiyor. 9.30 civarında ilk seansım başlayacak.

NTV'yi izliyorum ve Foça'daki orman yangını haberini dinliyorum. Orman Genel Müdürü Osman Kahveci Ankara'dan NTV'nin sorularını yanıtlıyor.

TV'de görünüyor, ağaçlar cayır cayır yanıyor. Orman cayır cayır yanıyor. Alevlerin ekrandaki görüntüsü bile korkunç. Yangın bazı yerleşim alanlarına çok yaklaştığı için evler tedbir amacıyla boşaltılmış. Orman Genel Müdürü yangının çıkış sebebini henüz belirleyemediklerini, önceliklerinin yangını söndürmek olduğunu söylüyor. Ama büyük ihtimalle 'insan'dan kaynaklanmış olabileceğini söylüyor. Tabi daha fazla açıkladı, benim 'insan' diye kısaca geçtiğim ifadeyi. Ama önemi var mı?

Tedaviden döndüm, devam edeceğim etmesine ama gündem değişmiş! Sağlık Bakanı'nın görevden aldığı İstanbul İl Sağlık Md.'nün yerine yenisi atanmış vs vs. Orman zaten yanmış bitmiş, haberi yansa bitse çok mu!

'Doğal afet' diye öğrendiklerimizin önemli bir kısmı insan eliyle doğanın yok edilmesi sayesinde yaşanmıyor mu? Bu yangını ele aldığımızda, 'Otel yapmak için yakmışlarıdır.' diye hangimiz düşünmüyoruz? Böyle düşünmek için kapı gibi nedenlerimiz yok mu? Kim, ne zaman, nasıl Foça'nın bu sabah yanan ormanını geri verecek?

22 Haziran 2009 Pazartesi

Kek işleri

Börek deneyimimden önceydi. Rehab'dan çok ama çok yorgun döndüğüm bir gündü.

Rehab demişken biraz da ne olduğundan bahsedeyim. Rehabilitasyon 'iyileştirme', 'eski haline döndürme'dir. Tıpta nörolojik, ortopedik, ya da nöroşirürjik tanıya bağlı olarak, kas-iskelet sistemi ve sinir sisteminin fonksiyonel yetersizliklerinin iyileştirilmesinde kullanılan tedavidir. Hareket sistemindeki hastalıkların, fonksiyon eksikliği ve bozukluklarının eski sağlıklarına kavuşturulmasını hedefler. Nörolojik hastalıkların, felçlerin, ameliyat sonrası oluşan fonksiyon bozukluklarının, spor sakatlanmalarının yani dış etkenlerle oluşan hareket kısıtlılıklarının ve doğuştan gelen bozuklukların örneğin omurga eğriliklerinin iyileştirilmesi tedavisinde 'fizik tedavi ve rehabilitasyon'dan yararlanılır. Fizik tedavi ve rehabilitasyonda (FTR) belirli bir organ ya da vücut bölgesine yoğunlaşmak yerine amaç, kişinin hayatının bölümlerini-medikal, toplumsal, duygusal, ve mesleki- tekrar eski yerine koymaktır. Rehabilitasyon uzun soluklu bir süreçtir. Örnek vermem gerekirse benim rehabilitasyonum 10 Şubat 2007'de başladı, hala devam ediyor. İyileşme sürecim durduğunda ya da 'yetti gari' dediğimde bitecek.

Baştan alıyorum. Rehab zaten yorucu ama o gün daha çok yorulmuştum. Eve döndüğümde ilk iş uzanıp biraz uyudum. Sonra sanki ilahi bir ses bana 'Kalk ve kek yap' dedi. Kalktım. Gayet robotik bir şekilde önce çoraplarımı sonra spor ayakkabılarımı giydim. Ayak parmaklarım 7/24 kartal pençesi şeklinde olduğundan ve ayak bileklerim içe döndüğünden çıplak ayakla yürüyemiyordum - hala da öyle. Ayakkabıların bağcıklarını o kadar sıktım ki bağcıkların geçtiği iki yakadaki delikler birbirini öptü. Düşük ayak olduğum için sanki ayakkabıyı ayağıma sabitlersem daha kolay yürüyecekmişim gibi geliyordu - hala öyle.

Elimde quadripodum (4 ayaklı denge bastonum) tamamen hipnotize olmuş bir şekilde mutfağa gittim. Annemden aldığım 1 yumurtalı kek tarifini çıkardım. Malzemeleri hazırladım ama birer birer. Kağıda baktım, un yazıyordu. Mutfak masamız unun bulunduğu dolabın yanında olduğu için bir elimle masaya tutunarak dolaba döndüm, unu dolaptan çıkarıp masaya koydum. Kağıda baktım, yumurta yazıyordu; iki elimle tezgaha tutunarak buzdolabına ulaştım, yumurtayı çıkardım. İki elimle tezgahı tutarak arada bir de yumurtayı tezgahta ilerleterek onu da masaya koydum. Derken derken tüm malzemeleri topladım.

Kendime geldiğimde oturmuş, malzemelere bakıyordum! Ne zaman kalkıpta bunları yapmıştım, hiç haberim yoktu. Demek ki hipnoz buraya kadardı. Kendi hür irademle ya keki yapacaktım, ya da malzemeleri geri yerleştirecektim. Aslında diğer şıklar şimdi aklıma geldi: aşkım eve gelince o yerleştirebilirdi ya da keki yapabilirdi. Neyse, aklımda bulunsun. Ben keki yapmayı seçtim. Mikserle malzemeleri karıştırırken kolum ağrımaya başlayınca hipnozdan neden daha erken uyanmadığıma yandım.

Bütün gece bunu konuştuk aşkımla, gerçekten de ne yaptığımı hatırlamıyordum. Aşkımın pek bir şikayeti yoktu, kekim güzel olmuştu. Daha önce söylediğim gibi önceleri küstük birbirimize mutfakla. Ama şimdi kek yapmayı sevmiştim.

Anlaşılan ikinci rektifiyede fabrika ayarlarımla oynanmıştı!

19 Haziran 2009 Cuma

Potansiyel engellisiniz, unutmayın!

Geçen hafta Cumartesi günü Cevahir AVM'ye gittik aşkımla.

Sabahları 7 gibi kalkarız tatilde bile; biyolojik saatimizin ayarı böyle, bundan şikayetçi değiliz. Hatta AVM'ye giderken büyük avantaj sağlıyor. Cevahir'e geldiğimizde saat 11'e yirmi vardı. Alışkın olduğumuz yere park ettik: engellilere ayrılmış iki arabalık yerin yanındaki park yerine. Çünkü AVM'ye çıkan asansörler bu park yerlerinin hemen önünde. Yürüyen merdivenleri ve bantları hala kullanamadığım için asansörü tercih ediyoruz.

Her zamanki gibi park ettikten sonra aşkım tekerlekli sandalyeyi bagajdan çıkardı, gerekli parçaları yerine taktı ve oturdum. Kısa mesafeleri sürüklenmeyle karışık yürüyorum ama Cevahir gibi büyük AVM'lerde veya zaman kısıtımız olduğunda tekerlekli sandalyeyi tercih ediyorum açıkçası. Asansöre gittik, çağırma düğmesine bastık. Uğrayacağımız mağazaları sıraya koyarken beklemeye başladık. Bir süre sonra asansörlerde herhangi bir hareket olmadığını fark ettik ve neden olabileceği hakkında bakınırken küçük bir kağıt parçasına yazılı bir not gözümüze ilişti: 'Bu asansör 12-22 saatleri arasında hizmet vermektedir.' diye.

Cevahir, engelli vatandaşlara hem özel park alanı ayırıyor, hem de saat 12'den sonra gelin diyor. Yok eğer daha erken gelecek olursanız bir zahmet buraya park etmeyin, diyor. Yok eğer buraya park ettiyseniz bir zahmet öteki 'hizmet veren' asansörlerin yerini bulun, diyor. Otopark ücretini tahsil eden kişi diğer asansörlerin nerede olduğunu bilmiyor. Bir görevliye rastlayamıyorsunuz. İlla telefonla 'yönetim'e ulaşmanız gerekiyor. Cevahir AVM'ye gitme kararınız burnunuzdan fitil fitil geliyor. Hizmet veren asansörü bulunca ilk işimiz 'yönetim'e gidip şikayet formu doldurmak oldu; yetkili 'insanlara' iletileceği sözünü alarak.

Hazır laf 'insanlar'dan açılmışken, bazı konulara dikkatinizi çekmek istiyorum. Ey 'insanlar', ey Adem ile Havva'nın çocukları eliniz ayağınız sağlamken, ellibin tane yürüyen - yürümeyen merdiven varken, nedir bu asansör sevdanız? Asansörün önünde engelli 'insanlar' beklerken, hala nasıl gözlerinin içine baka baka asansörü işgal etmeye devam edebiliyorsunuz? Asansörün önünde engelli 'insanlar' beklerken, hala nasıl gözlerinin içine baka baka onlardan önce asansöre binebiliyorsunuz? Nedir bu 'her zaman, herşeyden önce 'BEN' havaları? Ne olursa olsun önce BEN! Sadece 'ölmek' söz konusu olduğu zaman 'Allah aşkına önce siz buyrun!' dermişsiniz gibi geliyor bana.

Tanıyanlar bilir, bu söylemlerimin şimdiki durumumla hiç ilgisi yok. 1. rektifiyemden önce de, onun etkilerinden kurtulduktan sonra da aynı şeyleri savunuyordum; 2. rektifiyenin etkileri geçtikten sonra da savunacağım gibi. Çünkü bu bakış açısının durumsallıkla alakalı olmadığını biliyorum. Yetiştirme tarzı ve/ve ya aile görgüsü ve/veya eğitim, biraz sağduyu ve/veya biraz empati ile desteklendiğinde herkezde aynı sonucu verir.

Çocuklarınızın önünde o asansörde durmaya devam edip yer vermezseniz, çocuklarınız da yarın aynı asansörde değil engellilere kimseye yer vermeyecek ya da merdivenleri kullanmayacak, çünkü ana-babasından 'doğru' diye bunu görmüş olacak. Kemikleşmiş davranışların değişmesi için önce kişinin kendi farkındalığı gerekiyor, bu da öyle şıp diye olmuyor sayın ana-babalar. İlk rol model aldıkları kişiler kim sanıyorsunuz?

Konunun sadece AVM'lerdeki asansörde sağlam 'insanların' 'engellilere' öncelik tanımaması olmadığını söylemeye gerek bile duymuyorum. Genç bir 'insanın' otobüse yetişmek için hızla koşarken başka bir gence çarpıp -en basitinden - özür dilememesinden, hamile bir kadına tuvalet sırası teklif edilmemesine varıncaya kadar 'hayata dair' herşey!

Hiç birinizin engelli insanlara imrendiğine inanmam, ama biz engelliler sizin gibi 'sağlam insanlara' imreniyoruz! Hayatın kime, ne zaman, ne getireceği belli olmuyor; unutmamak lazımdır ki herkez potansiyel bir engellidir. Bir bakmışsınız asansörün önünde tekerlekli sandalyede oturan sizsiniz.

18 Haziran 2009 Perşembe

Sonuç bölümü - sonlanmayanından

Beyin tomografisi? Neden? Ve benzeri soruların yanıtlarını tahmin etmeye çalışan birinin surat ifadesi. Kireç beyazı olmuş yüzüyle, büyümüş gözleriyle, sık ve kısa soluk almaktan yorulmuş bir halde geldi yanıma.

En başından anlattım doktorun neler söylediğini. O da yoldan babasını aramış, tomografiyi hemen nerede çektirebiliriz diye. Babası da kendi doktorları vasıtasıyla Amerikan Hastanesi'nin karşısındaki bir görüntüleme merkezini ayarlamış. Randevumuz saat 7'deymiş, hemen yola çıkmamız lazımmış, trafik belli olmazmış. Bunları konuştuğumuzda saat 5'i biraz geçiyordu. Görüntüleme merkezine vardığımızda babası bizi bekliyordu. O da şoktaydı.

Tomografim çekilirken aşkım da kumanda merkezinde herkezin başının etini yemiş. Ne görüyorlarmış? Olmaması gereken bir şeyler var mıymış? Bunun yanıtı beni tomografiden çıkarıp MR makinasına almaları oldu. Böylelikle hayatımın ilk MR deneyimini yaşamış oldum; tomografiyi çekim tamamlanmadığı için saymıyorum.

Elimde MR sonuçlarım beynimde tümör; görüntüleme merkezindeki doktor göz doktorunun söylediklerini onaylıyor: zaman yitirmeden beyin cerrahına gidin. Günlerden Cuma, olmuş gece. İki gün sonra 30 Ağustos, günlerden Pazartesi olacak; bu demektir ki herkez dört günlüğüne bir yerlere kaçmıştır şimdiden. Bu da demektir ki doktor bulamadığımız taktirde soru işaretleriyle birlikte sinir içinde geçireceğimiz üç gün var!

Hemen tüm tanıdıklarımıza beyin cerrahı tanıdıkları olup olmadığını soruyoruz, ama çok gerekmedikçe benim için aradığımızı söylemiyoruz. Sonunda bir tanıdığın tanıdığının beyin cerrahı olduğunu ve tesadüf bu ya İstanbul'da olduğunu öğreniyoruz; ertesi gün için randevulaşıyoruz. Doktor MR'lara bakıyor, sonra 'Bunlar size mi ait? Emin misiniz?' diye tekrar tekrar soruyor. Aslında hiç emin olmak istemediğimi söylüyorum, ne demek istediğimi gayet iyi anlıyor. Özellikle sağ tarafımda, kolumda bacağımda güç kaybı, hissizlik olup olmadığını soruyor; hayır diyorum, yok. Bu duruma çok şaşırdığını sonunda sözlü olarak bize de itiraf ediyor. Nedenini açıklıyor: MR'da görüntülenen dağınık lokasyondaki bu tümörlere sahip bir insanın normal şartlar altında benim gibi olamayacağını, yani 'normal' yürüyemeyeceğini, kollarını, ellerini 'normal' kullanamayacağını, 'normal' konuşamayacağını söylüyor. Bu safhaya gelinceye kadar mutlaka baş ağrısı ve gözlerdeki şimşeklerden çok daha belirgin sinyaller vermiş olması gerekliliğinden bahsediyor. Hatta nasıl olupta bir yerlerde yığılıp kalmadığıma hayretini gizleyemiyor. Böylesi bir vakayı kendisinin ameliyat edemeyeceğini, bir profesörün yanında asistan olarak ameliyata katılabileceğini söyleme cesaretini ve olgunluğunu gösteriyor.

Böylece 28 Ağustos 2004 Cumartesi günü içinde bulunduğum durumun ciddiyeti ilk kez resmi olarak, ilgili uzmanlığa sahip bir kişi tarafından bildirilmiş oldu.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Adı: Tekil, Soyadı: Düzeltme - devam

Geliyoruz R.T.E.'ye.

Kendisi bu kararı utanç verici bulmuş. Tekil bir olayın Türkiye geneline fatura edilmesi çok ciddi bir yanlışmış. 'Sizde de var ama' gibilerden konuşmuş. 'Yavuz hırsız ev sahibini bastırır' diyerek ifade etmek istiyorum düşüncelerimi.

Anlamaya çalıştığım şey Münevver Karabulut'un katledilmesiyle ilgili şu cümleleri: "Bu olay hala bazı TV kanallarında yayımlanıyor. Babası, annesi çıkarılıyor, aynı şeyler tekrar tekrar gündeme getiriliyor. TV kanallarımızı çocuklarımız seyrediyor. Tahrik unsuru olabilir. Bunlar çocukların geleceğe olan umudunu köreltir. Birçok şeyi bir defa unutturmanın gayreti içerisinde olmalıyız. Eğer unutturmazsak travma meydana gelir. Ama unutturursak geleceğe umudumuz artar. Onun için mecburuz bunları unutturmaya. İlgili birimler sorumluları arıyor. Er veya geç inşallah bu iş çözüme kavuşturulacak. Mecburuz buna. Başta benim bakanımın, tüm gençlerimizin ortak sorumluluğu. Bundan kaçmamız mümkün değil."

'TV'yi çocuklarımız seyrediyor, tahrik unsuru olabilir' derken, bu tarz görüntülerin yani anne babanın TV'de boy göstermesi, konunun ve eldeki mevcut görüntülerin tekrar tekrar gündeme getirilmesinin, çocuklarımızı bu tarz olayları gerçekleştirmeye tahrik edebileceğini söylüyor. Yanlış anlamıyorum, değil mi? 'Bunlar çocukların geleceğe umudunu köreltir' derken de 'amanın, ya bir gün benim de kafamı keserlerse!' diye çocukların kendi geleceklerine ait ümitlerinin yok olmasını anlatıyordur herhalde. Münevver'in katledilmesinden daha vahşi sahneler, cinayet planları, hainlikler olan yerli dizilerin çocuklarımızı daha uzun süreli ve daha derinden tahrik ettiğini, gelecek umutlarının birer Polat Alemdar olmaktan ibaret olduğunu görmekten acizler sanırım. Hem Zahid Akman hem de kendisi, RTÜK Başkanının görevinin kıraathanelerde okey oynamak ve yabancı filmlerdeki seks sahnelerinin makaslanması olduğunu düşünüyorlar galiba.

'Birçok şeyi unutturmanın gayreti içinde olmayız. Eğer unutturmazsak travma meydana gelir. Ama unutturursak geleceğe umudumuz artar.'

Unuttursak travma meydana gelmiyor, R.T.E.'nin mantığına göre. Şıp diye unutturabiliriz, unutulmuş bir şeyin de travmaya yol açmasına imkan yok. TV'de gözükmese ana-baba, konuşulmasa bu konu, yayımlanmasa görüntüler, unutturmak mümkün. Ve unuttukları için geleceğe daha bir umutla bakacak yeni nesil. Enteresan.

'Atatürk devrimleri toplumda travma yarattı, dini yaşama biçimleri bir gecede ortadan kaldırıldı.' (Dengir Mir Mehmet Fırat)

R.T.E.'nin mantığına göre:
- (bugün) Münevver'in katledilmesi unutturulsa, travma olmayacak
- (dün) dini yaşam biçimleri unutturulsaydı, travma olmazdı.
Bugünün gelecek nesilleri Münevver'in katledilmesini unuttukları gibi, geçmişin gelecek nesilleri de dini yaşam biçimlerini unutmuş olsalar travma meydana gelmezdi. R.T.E.'nin mantığından hareketle, Atatürk devrimleri travma yarattığına göre, dini yaşama biçimleri unutturulmamış. Unutturulmaya çalışılmamış ki, travma meydana gelmiş. Travma meydana gelmemesi için, dün dini yaşam biçimleri unutturulmuş olsaydı, bugün 'dindarın dik alasıyım, hayır canım asıl en harbi laik benim' eksenli kavga etmiyor olacaktık. Dahası geleceğe umutla bakacaktık, değil mi? Çok daha enteresan...

Ama aklım karıştı benim, her zamanki söylemleriyle çelişmiyor mu R.T.E.'nin bu mantığı? Ah, tabi anladım şimdi, dün dünde kaldı cancağızım (Bülent Arınç-06.01.2004), değil mi? Ek olarak, 11 Haziran 2009 günü itibarıyla (R.T.E.'nin açıklama yaptığı tarih) neleri neleri unutturmak gayreti içinde olacakları hakkında fikir yürütmek isteyenler elini kaldırsın!

Sonra 'tüm gençlerimizin ortak sorumluluğu' derken hangi gençlerimizden bahsediyor? İlköğretim okullarının kapısında okuldan çıkan 'gençlerimize' uyuşturucunun her keseye göre olanını servis eden 'gençlerimiz' mi, eğitim parasını denkleştirmek için -cinsiyet farkı olmaksızın- fahişelik yapan, belki doktor belki mühendis olduğunda işsizler ordusuna katılacak olan 'gençlerimiz' mi, Reina 'gençliği' mi, Işık Evleri 'gençliği' mi, yoksa yoksa 200 TIR kapasitesli Koster yani gemicik sahibi armatör 'gençlerimiz' mi, Atagold kuyumculuk şirketi hissedarı 'gençlerimiz' mi, likit ve pastörize yumurta işinde olan 'gençlerimiz' mi? Sadece soruyorum.

Konumuzun özüne dönüyorum. Yukarıdaki talihsiz açıklamasından galiba bir hafta-10 gün kadar önce atv'de konuk olmuştu. Radikal'den İsmet Berkan şöyle yazıyordu köşesinde: "(..)bir makine değil, bir insan. Üstelik geçmiş başbakanların, siyasi liderlerin pek de kendilerini göstermek istemedikleri türden, etten kemikten, duygu yüklü, duygularını gizlemeyen bir insan.(..)Ben haberin yayımlanış biçimini gördüğümde kendimi o babanın ve annenin yerine koymaya çalıştım. Kendi kızlarının aslında övünülecek bir özelliği için başkalarının yaptığı değerlendirmeye ne kadar içerlemiş olabileceklerini tahmin etmeye çalıştım. Sanırım her anne-baba böyle bir şeye içerlerdi. İşte geçen akşamki atv söyleşisinde, sonlarda Başbakan gayri siyasi bir konuya da girdi ve çocuklarından söz etti, şan çalışan kızını anlattı, çocuklarının iyi yüzücüler olduğunu söyledi(..)"

Herkezi İsmet Berkan'ın yaptığını yapmaya davet ediyorum, özellikle de R.T.E.'yi. 'Kendimi o babanın ve annenin yerine koymaya çalıştım.'. Kendisini Münevver'in babasının ve annesinin yerine koyarak, kendi kızlarını da Münevver'in yerine koyarak, bu talihsiz açıklamasını 'düzeltmeye' davet ediyorum. Etmesine ediyorum ama 'düzeltme'nin gelmeyeceğini de adım gibi biliyorum.


Not: Aliye Kavaf 15 Haziran'da Avrupa Konseyi 29.Dönem Aileden Sorumlu Bakanlar Konferansı'na katılmak üzere Viyana'ya hareket etmiş; burada bir konuşma da yapacakmış. Herhalde adet olduğu üzere muhalefeti şikayet eder ya da şöyle der: 'Valla da billa da koruyoruz biz kadınlarımızı, hatta ananı da al git diyoruz ki, analar şiddet ortamında kalmasın!'.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Adı: Tekil, Soyadı: Düzeltme

Haftaya böyle başlanır mı?

Allah'ın yarattığı bir can, bir varlık, bir kadın AİHM'ne bir dava açıyor. Dava, kendisini döven, bıçaklayan, tehdit eden ve annesini öldüren kocasına karşı T.C. devletinin kendisini koruyamadığı konusundan ibaret. Ve AİHM de Türkiye'yi 'vatandaşını aile içi şiddete karşı koruyamadığı' gerekçesi ile mahkum ediyor.

Bunun üzerine yine Allah'ın yarattığı bir can, yine bir kadın çıkıp "Bir tek talihsiz olaya göre ceza öngörmek Türkiye'ye haksızlıktır." diyor, ama oldu mu şimdi der gibilerden. Aslında 'haksızlık'ın ta kendisi olan bu açıklamanın sahibi TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı AKP'li Güldal Akşit. Yani diyor ki, olay 'şanssızlık' ve 'eşi olmayan', olaya maruz kalan kadın ise 'talihi kötü', 'şanssız', 'bahtsız'. Bu ne acayip bir dünya görüşüdür böyle?

Böyle dedim ama, galiba anladım Güldal Akşit'in neden bu kafada düşünebildiğini. Aklıma gelen iki olasılık var. İlki ya TBMM'ne girmesi öncesi ve sonrasında, yani hala, 'dövülüyor', 'bıçaklanıyor', 'tehdit ediliyor' ve tabi ki annesi bir kez katledilmiş ama bunları itiraf edemiyor, 'benim başıma gelen herkezin başına gelsin, düşene bir tekme de benden' zihniyetiyle hareket ediyor. Ya da tam tersi: bu yaşına kadar bir 'fiske' bile yememiş, o yüzden tüm bunların nasıl olabileceği hakkında hiçbir fikri yok, kısacası EMPATİ kuramıyor. Hangisinin olabilirliği daha yüksek ihtimal bilemedim. Neresinden bakarsanız bakın Akşit'in kararda neyin 'DÜZELTME'sini istediğini anlamak mümkün değil. Güldal Akşit'in yorumuna yazılabilecek çoook şeyler var da, teğet geçilmesi gereken başkaları da var.

Geliyoruz Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanına. Aliye Kavaf oluyor kendisi. O da olayı Güldal Akşit'ten daha 'iyi' yorumlamıyor. Hatta daha beter bir bakış açısı sergiliyor. "İtiraz hakkı var.(..) söz konusu davayı açan N.O. defalarca şikayetini geri çekmiş." Yani diyor ki 'karara itiraz edeceğiz' ve 'AİHM bize yamuk attı, var olmayan şikayete ceza kesti'. Herkezin her şeye itiraz hakkı var, değil mi? Sonuçta itiraz edenin bir yüzü, kaale almayanın iki yüzü! Neyse ben buna takılmadım. "Şikayetini geri çekmiş" derken ne demeye getiriyor Aliye Kavaf? Dövülme, bıçaklanma, tehdit edilme, annesinin öldürülmesi fiilerini, filmi yeniden çeker gibi hayatının o saatleriyle oynayıp, yaşanmamış kılmak mümkün mü? "Şikayetini geri çekmiş" cümlesiyle bunlar nasıl 'yok' sayılabilmektedir? Bu olayları haydi şahsından geçtim, apartman komşusu yaşamış olsa, aynı duygusuzlukla bunları söyler miydi? Makamının adına yaraşacak olan "Kadına karşı şiddetin her türlüsü ya bitecek, ya bitecek, başka yolu yok." cümlesi değil de nedir? Haydi Aliye Kavaf ve Güldal Akşit'ten geçtim, kimse yok mu bunu söyleyecek olan? Ama nasıl söyler ki 'Kızını dövmeyen, dizini döver' diyen bir ecdadın torunları!

Daha da vahim olan, çok değil bir ay öncesinde çiçeği burnunda Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun açıklamaları vardı. CHP Hatay Milletvekili Abdülaziz Yazar'ın soru önergesine verdiği yanıtlarda 2008 Mart-2009 Mart tarihleri arasında 129,797 kadın işten çıkarılmıştı. 100,817 kadın işsizlik ödeneğine başvurmuş, 31,037'sine ödeme yapılmıştı. 2009 yılının ilk üç ayında işsizlik ödeneğine başvuran kadınların sayısı 42,878 iken 35,286'sı bu ödenekten faydalanabilmişti. 2009 Ocak ayında polise gelen kadına karşı aile içi şiddet şikayetleri 1522 idi, geçen yılın aynı zamanına göre %34 artmıştı. Çubukçu son 1 yıl içinde aile içi şiddete maruz kalan kadınlardan 1912'sinin SHÇEK'na bağlı kadın konukevlerine yerleştirildiğini söylüyordu.(10 Mayıs 2009, Hürriyet) Yani kısacası ekonomik kriz kadına karşı zaten var olan şiddeti körüklemişti.

Tekil olarak adlandırmadan önce keşke aynı şehirde yaşadıkları Emniyet Müdürlüğü'nde görevli, evli ve 1 çocuk babası Emniyet Müdürü B.M.'nin Çankaya'daki ünlü bir barda herkezin gözü önünde, kaburga kemikleri kırılana kadar bir kadını dövdükten sonra savcılığın soruşturma açması üzerine jet kararla Karadeniz'de bir ilçeye tayin edildiği haberlerini kamuoyundan gizleselerdi. Belki o zaman tekil olduğuna inanabilirdik!

R.T.E.'nin olayla ilgili tutum ve yorumlarına başka bir yazımda devam edeceğim etmesine ama içimdeki hıçkırıkları ifadeye kelimeler kifayetsiz. Ben sinirliyim, ben üzüntüden kahroluyorum, ben çaresizlikten, umutsuzluktan aklımı oynatıyorum; R.T.E. gibi sadece dertli değilim.

Gördüğünüz gibi Türkiye'de kadının adı yok, yaşamının adı: Tekil, soyadı: Düzeltme.

12 Haziran 2009 Cuma

Gelişme bölümü

Artık kabul etmiştim, benim migrenim vardı.

Kulaktan kulağa yayılmıştı. İnsanlar arıyor, kendilerinde de migren olduğunu söylüyorlardı. Meğer ne çok kişi bu musibetten muzdaripti. Zaten hep öyledir. Bir hastalığa yakalandığınızda, aslında çevrenizdeki ya herkez ya da onların çevrelerinden birileri o hastalığa teyet geçmiştir. Ama bunu duymak nedense sizi rahatlatmaz.

Migrenliler cemiyeti sabırlar diliyorlardı. 'Başağrısıyla karakterize bir beyin hastalığı' olan migren birlikte yaşanılması zor bir hastalıktı. Gecesi gündüzü olmadığı gibi, nerede vuracağı da belli olmuyordu. Yediklerime içtiklerime dikkat etmem gerekiyordu. Aşırı yorulmayacaktım, strese girmeyecektim - sanki mümkünmüş gibi! Düzenli uyuyacaktım: Allahtan tavuk gibiydim, akşam 10 oldu mu yatardım. Çok sık ve değişik ağrı kesici ilaç içmeyecektim, zaten ilaç kullanmayı hiç sevmezdim. Sigara içmeyecektim; hayatım boyunca bir kez sigara 'içtim'.

Hikayesi şöyle: daha ilkokul 1. sınıftayım, annem ve babam sigara içiyorlar. Bir gün anneme 'Ben de istiyorum' dedim. Tamam, dedi. Sigarayı yakıp dudaklarımın arasına yerleştirtti ve çekebileceğim kadar içime çekmemi söyledi. Ben de annemin sözünü dinledim, çektikçe çektim. Çizgi filmlerdeki gibi sarardım, mavileştim, yeşillendim ve sonunda kustum tabi. Ama ne kusmak, öyle bildiğiniz gibi değil, ağzımdan burnumdan! Annem bir yandan yüzümü temizlerken bir yandan da 'Haydi bir kez daha' diyordu. Çok kesin ifadelerle asla bir kez daha olmayacağı konusunda zor ikna etmiştim annemi! Gerçekten de ikinci ameliyatımın öncesine kadar bir-iki başarısız deneme haricinde sigara paketine elimi bile sürmedim, hala da sürmem.

Bunların dışında ağrı başladığı zaman soğuk kompres, hafif masaj yapacaktım, sessiz ve loş bir odada dinlenecektim ve/veya ılık duş alacaktım. Bunlara bir itirazım yoktu.

Amerika'dayken fark etmiştim ki gözümde ara sıra mini mini şimşekler çakıyordu. Annem İstanbul'a dönünce hemen bir göz doktoruna gitmem için söz aldı benden. Her zaman tutardım verdiğim sözleri :) İstanbul'a döndüğümüzün ertesi günü yani 27 Ağustos'ta, Dünya Göz'de yönetici olarak çalışan çok sevdiğimiz bir arkadaşımız olan Gülferi'yi aradım, problemimi söyledim ki uygun bir doktora yönlendirsin. Sağolsun aynı güne hemen almıştı randevuyu. Arabayla hastaneye giderken doğrusu canım biraz sıkkındı. Gözlük takmayı hiç sevmezdim, güneş gözlüğümü bile zorla aldırmışlardı. Neyse canım, dedim kendi kendime lens takmayı denerim, olmadı çizdiriveririm gözlerimi, eğer numarası uygunsa.

Doktorum çok genç gözüken, sakin bir adamdı. Derdimi çözüm önerilerimle birlikte bir solukta anlattım. Neden sakin bir adamdı dediğimi şimdi anlamışsınızdır herhalde. Şeklini her zaman çok garip bulduğum alete yüzümü itinayla yerleştirdim. Acaba yer değiştirip doktorun gözlerine bakabilir miyim diye sormak için muayenemin bitmesini beklemeye karar verdim.

Gözdibi muayenesi safhasındaydık. Doktor beni masasının önündeki deri koltuğa buyur etti. Rengi biraz solmuş gibi gelmişti bana nedense, ya da ben damlaların etkisiyle öyle görüyordum. Neleri aradıklarını anlattı önce, zaten muayeneden önce anlattıklarını tekrar ediyordu; ben de kafamı sallayıp duruyordum, sözlerine çok da dikkat etmeden. Sonra 'beyin' ve 'tümör' kelimeleri çalındı kulağıma. Tekrarlaması mümkün müydü acaba. Gözdibi muayenesinde göz sinirlerimin üstünde ödem görmüştü. Ödem göz sinirlerimi tahrip ediyordu. Bu tahribat önlenip, tedavi edilmediğinde görmemi tamamen kaybedebilirdim. Bendeki ödem bir hayli fazlaydı. Ama asıl problem, göz sinirlerimdeki bu ödem beynimde tümör olduğunun kanıtıydı. Tavsiyesi hiç zaman yitirmeden beyin tomografisi çektirip bir beyin cerrahı ile görüşmemdi.

Teşekkür edip hemşiresinin yardımıyla odasından çıktım. Hayır, hayır, ağlamaktan yıkılıp yürüyemez olduğum için değil, damlalar sayesinde her yeri çok bulanık gördüğüm için hemşire yardımcı oldu. 'Hay kafama sıçayım, göz muayenesine arabayla gelinir mi, hem de tek başınayken!' diye küfrettim. Oradan geçen bir hemşireden rica ettim, cep telefonumdan aşıkımı arattırdım. Detayları telefonda anlatmayacaktım. Sadece gözlerim damlalı olduğu için araba kullanamıyorum, sen gelip beni alır mısın, araba zaten otoparkta, sonra bir şekilde hallederiz, diyecektim. Onun yerine ağzımdan şunlar çıktı:

"Doktor hemen beyin tomografisi çektirmemizi istedi. Nerede yapabiliriz?"

8 Haziran 2009 Pazartesi

Bir trafik kazasından gözlemlerim

Dün, iki yılı geçkin bir süre sonra ilk kez şehirler arası yolculuğa çıktım. Annem, ablam, yeğenim ve ben atladık arabaya, kuzinime hayırlı olsun ziyaretine gittik.

Sabah 7'de çıkarız yola, demiştik ama 8'e geliyordu ancak çıkabildik. Lüleburgaz'da oturan kuzinim 14 gün önce ikinci kızını dünyaya getirdi. Biz de topluca hayırlı olsun ziyaretine gidelim dedik; aslında kız kardeşim de Almanya'dan gelecekti ama, onun konferans programları karıştı.

Sabahın o saatinde bile hava 'bugün kavrulacaksınız!' sinyani veriyordu. FSM köprüsünün oradan TEM otoyoluna bağlandık. Biz zannediyoruz ki bom boş olacak yollar, ama nerede! Sanki iş günü gibi trafik var. Mahmubey gişelerden sonra biraz daha rahatladı yol. Hep bir ağızdan bir Nilüfer'e eşlik ediyoruz, 'Kim arar seni kim arar, vefasız olanı kim arar...', bir Barış'a 'Arkadaşım eş, arkadaşım şek, arkadaşım eşşek...'. Derken derken trafik işaretleri bize sol iki şeridin daralıp sağdaki tek şeridin kullanılacağını söyledi. Hatta bunu sadece söylemekle yetinmedi, bir de bu iki şeridin 'girilmez' olduğunu dubalı, kırmızı-beyaz trafik konileriyle gösterdi.

Yavaşlayarak tek şeritli yolda ilerlemeye başladık. Yol hafif yokuş yukarı ve kıvılarak gittiği için yolun gözümüzün gördüğü son noktasına kadar hala tek şerit devam ettiğini görüyoruz, çünkü kör değiliz. Zaten körseniz çok büyük ihtimalle ehliyetinizin olmaması gerekir. Acaba neden tek şeride düşürdüler diye yeğenime soruyoruz, bakalım ne diyecek diye. Dokuz yaşına yeni basmış her çocuk gibi iki olasılıktan söz etti: ya yol çalışması vardı, ya da kaza olmuştu. Biz, kazanın olmadığını umarak, kendisine üçüncü bir alternatifin de olabileceğini söyledik: yol çalışması/kaza önceden olduğu ve bittiği halde trafik ekipleri bu konileri toplamayı unutmuş olabilirlerdi. Görülmemiş, duyulmamış şey değildi; büyük olasılıkla ömrünün büyük kısmını bu ülkede geçireceği için, beklentilerini yüksek tutup sonradan bizler gibi mutsuz olmasındı; ülkenin gerçeklerini şimdiden aklının bir köşesinde bulundursundu, böyle durumlarla karşılaşırsa şaşırmasındı.

Tam o sırada bir baktık ki önce bir araç, sonra iki derken sayısız araç, normalde girilmez olan şeritlerde toz attırmaya başladılar. Emniyet şeridinden geçip gitmeler, tek şeride düştüğümüzün ilk 5. dakikasında başlamıştı zaten, ona dikkat çekmeye gerek bile duymuyorum. Hemen burada çok komik bir manzara aktarmak istiyorum: Girilmez olan şeritlerin istilasından önce, bir öndeki Ford Focus konilerin arasında vals yapmaya karar verdi, belli ki o anda dinlediği Simply Red'in 'I'm Too Far Gone (to Turn Around') şarkısının romantik ezgilerine kaptırmış kendisini. Bir Dodge minibüs bu romatizme eşlik etmek için emniyet şeridinden son hız geldi, geldi, tam sarmaşdolaş oluyorlardı ki kimyaları uyuşmadı, öpüşme faslına geçmediler! Bir daha kimse Ford Focus'u dans etmeye ikna edemedi!

Ya acaba yol mu açıldı, diyoruz; biraz daha bekleyelim bakalım konileri toplayan bir araç geliyor mu arkadan, diyoruz kendimizce. Yok, o da yok. Bir trafik polisi gördük, elinde kalem kağıt, trafik kurallarını ihlal edenlerin plakalarını not ediyor, ama sayıları o kadar çok ki, hangi birine yetişsin garibim. Yol niye kapalı diye soracaktık, ama bize yanıt verirken not aldığı plakanın bir rakamını yanlış yazar, n'olur n'olmaz dedik. Madem durum böyleydi, hemen 155'i aradım. Telefona yanıt veren görevliye durumu izah ettim. 'Ekip yok mu orada?' diye sorduğunda, gururla 'Bir Türk dünyaya bedel' diyemedim. En azından ekip göndereceklerinin sözünü aldım, kendim için değil, gariban polis memuru için. 155'i ikinci kez aradığımızda görevli ablamdan açık adres istedi, ablam da 'Edirne istikametinde Mahmutbey gişelerden sonra 3.km' dedi.

Bir süre sonra şöyle bir durumdaydık: bizim yani sağ şerit zaten uzun zamandır durmuştu, ama diğer girilmez iki şerit de artık durmuştu. Uzaklarda itfaiye ve ambulans ışıklar gözüküyordu. Kazanın yanından geçerken yeğenim ceset torbalarını görmesin diye ne yaptıysak başaramadık.

Sonra ne mi oldu? Girilmez olan sol şerittekiler teker teker sağ şeride kaynak yapmaya çalıştılar. Araya girmek için neredeyse mini kazalar yapmayı göze alıp, doğru şeritte gitme gafletinde bulunanları taciz ettiler. Arabalarının camını açıp 'Yol versene lan!' benzeri cümleler savurdular tükrükleri eşliğinde. Yemin ediyorum dinledikleri şarkılar eşliğinde arabanın içinde hoplayıp zıplayan tipler bile vardı. Kaza mahalini geçtikten 2-3 dakika sonrasında bir BMW önce en sola, sonra en sağa ve orta şeride tehlikeli geçişler yaptı. Çok değil, 1 saatcik dayansaydı kurallara uygun davranmaya. Ama, hayır. Kendisi, ailesi, karısı-koası, çocukları da dahil hiç bir yaşayana saygısı yok ki, otobanda cansız yatan beş kişiye, hayat mücadelelerine devan eden diğer beş kişiye saygısı olsun. Bunu sadece buradaki BMW sürücüsü için söylemiyorum, her durumda girilmez işareti sanki yokmuş gibi davrananlara, kırmızı ışıkta geçenlere, öndeki aracın sürücüsünü selektör ve kornayla taciz edenlere vb. de söylüyorum. Azrail'den bile daha üstün oldukları, dokunulmaz oldukları zannıyla, kurallara uyanları kendinden şüphe etme noktasına getirmiyorlar mı?: Allah'ın enayisi ben miyim?

Birkaç yıl önce Rotterdam School of Management, Erasmus University ile İstanbul'da ortak bir MBA programı açmıştık, program yöneticisi bendim. Toplantı yapmak için gittiğim Rotterdam'dan, sabah uçağı ile İstanbul'a dönmek üzere Schiphol havalimanına gideceğim. Otelden taksiye bindim ki beni tren istasyonuna götürsün. Daha hava aydınlanmamış olmasına rağmen, yollarda bir çok araba var. Tam biz geçerken kırmızı ışık yandı. Taksi şoförü torpido gözünde birşeyler ararken yeşil oldu trafik ışığı. Şoför çok umursamadı, aramaya devam etti. Ben de zaten yola epeyce erken çıktığım için sesimi çıkarmadım; ama gayri ihtiyari arkada araba var mı diye baktım, iki taneydiler. Işık tekrar kırmızıya döndü. Şoför aradığı şeyi buldu, kırmızının sönmesini yeşilin yanmasını bekledik. Yeşil yanınca biz de geçtik, arkadaki iki araç da. Böyle birşeyin güzel ülkemde olabilirliğinden söz edilmeye başlaması için bile en az yüz yıl geçmesi gerekir, yukarıdaki örnek olaya bakarak. Bana göre.

5 Haziran 2009 Cuma

Hiç olmadı!

Hiç, hem de hiç olmadı bu.

'Siyaset anlayışımın temelinde insan vardır.' diyor. '(...)İnsan ve hizmet odaklı belediyecilik anlayışımla...' diye devam ediyor. Konumuzu ilgilendiren bazı temel değerlerini ise şöyle sıralıyor:

Ahlaklı davranma: Toplumsal ve sosyal sorumluluk ile Anadolu örf ve adetleri ölçüsünde ahlak kurallarına ve evrensel değerlere bağlı kalarak çalışacağız.

Hesap verebilirlik: Her sorumluluk sahibi kişi ve kurum gibi öncelikle size sonra da kanunlara karşı her an hesap verebilir durumda olacağız.

Adaletli olmak: Adaleti etkin kılmak ve eşit dağıtmak ilkesiyle üzerimizde kul hakkı veya kamu hakkı oluşturan hiç bir uygulamanın içerisine girmeyeceğiz.

Şeffaflık: Uygulamalarımızda açık davranıp sizin kafanızda hiç bir soru işaretinin oluşmasına izin vermeyeceğiz.

Herkezin, her istediği bilgiye ulaştığı bir çağda yaşıyoruz. 'Her istediği bilgi' derken devlet sırlarını kapsam dışı bırakacaktım önce, sonradan çok isteyenlerin onun yolunu da bulabileceği aklıma geldi.

Hem böyle iddialı sözler edeceksiniz, yetmezmiş gibi bir de sitenizde beyan edeceksiniz. Bu durumda, cümle aleme 'Hani nerede bu sözlerin, hı?' diye sorma hakkını da veriyorsunuz demektir. Bilmiyorum, ben mi yanlış düşünüyorum; beynimi iki kez rektifiye ettirmiş olmamla bir ilgisi var mıdır acaba böyle düşünmemin?

Neden bahsediyorsun diye soracak olursanız, çiçeği burnunda bir belediye başkanından söz ediyorum. Göreve geleli üç ay oldu olmadı, aslında siyaset anlayışının temelindeki 'insan'ların kimler olduğunu gösterdi: nişanlısı, nişanlısının kardeşi, sahtekarlıktan yargılanan ve rüşvet alırken suçüstü yakalanan bir sabıkalı, kendi partisinden birinin baldızı. Şimdilik.

İstanbul İl Örgütü başta olmak üzere, tüm CHP'liler, hatta Ataşehir sakinleri, Belediye Başkanı B. İlgezdi'nin bu uygulamalarını geri almasını sağlamalı, verdiği sözleri hatırlatarak:
"Belediyeciliği geçim kapısı olarak görmeyeceğime,"
"Kendini ve etrafını kalkındırdığında şehri kalkındırdığını sananlardan olmayacağıma,".

Ve sormalılar, bu yaptığı yukarıda sıraladığım değerlerinden hangisine uygun diye.

Acaba diyorum, B. İlgezdi "Çocuk aklı" karikatüründeki kişi olabilir mi?
(Bkz. bir önceki yayınım)


NOT: Aşkım, nişanlısının istifa ettiği yolunda bir haber duyduğunu söyledi.

Çocuk aklı

2 Haziran 2009 Salı

Güney Kore'ninki ve bizimki

Kimilerine göre eski bir haber, çünkü geçen haftadan kalma. (Toplumsal) hafızası zayıf olanlar ise unuttu gitti bile. Bazıları hiç görmedi, okumadı.

Haber şöyle: Güney Kore'nin eski Cumhurbaşkanı Roh Moo Hyun geçen ay hakkında açılan rüşvet soruşturması nedeniyle uçurumdan atlayarak intihar etmişti. Haberin detaylarından öğreniyoruz ki iki hafta önce ayakkabı üreten zengin bir iş adamından 6 milyon dolar rüşvet almakla suçlanan Roh, 30 Nisan'da savcıların karşısına geçerek tam 10 saat boyunca ifade vermiş. İfadesinde iş adamının, karısına 1 milyon dolar, akrabası olan başka bir şahısa da 5 milyon dolar verdiğini bildiğini; ancak bunların karısının iş adamına yatırım için verdiği paranın geri ödemesi olduğuna inandığını belirtmiş. İfade verdikten sonra 'Suçlamalar gerçek değil. Bu şekilde karşınıza çıkmak utanç verici. Sizleri(halkı) düş kırıklığına uğrattıysam çok özür dilerim.' demiş. Ve tutmuş kendini 100 metre yüksekteki kayalardan aşağı bırakmış, yani intihar etmiş.

İki olaydaki farklılıkları sıralayalım: bizimki halihazırda Cumhurbaşkanlğı görevini sürdürüyor, öteki 2003-2008 arasında bu görevi yapmış. Güney Kore'ninki (bu olay karşısında) intihar ettiği için müslüman olmayabilir, bizimki müslüman olduğu için intihar etmeyebilir.

Bizimkinden şahsen emin değilim, ama öteki için söylenen siyasi yaşamı boyunca 'temiz siyasetçi imajını' koruduğu için cumhurbaşkalığına kadar yükselmiş. Ama bu bilginin doğrulamasını yapmamız çok çok zor. Bizimki için bu konuda doğrulama yapılabilecek, genel kabul görmüş örnekleri bilenler lütfen paylaşsın ki kimsenin hakkını yemeyelim.

Bildiklerimizden birisi daha adamın gidip ifadesini verdiği. Bizim olaya 'ifade vermeye gitme' açısında tekrar bakalım mı?

A. Gül: 'Tek kaygım Cumhurbaşkanlığı makamının 'dokunulmazlığı var mı, yok mu' diye tartışılarak zedelenmesi. Bunlar Türkiye'nin itibarıyla ilgili konular. Hukuki prosedür netleştiğinde bazılarının iddia ettiği gibi bir durum ortaya çıkarsa, benim bu konuda yargılanmaktan şahsen hiçbir şüphem, tereddütüm, endişem yoktur.'

Devlet Bakanı ve Başbakan Yrd. C. Çiçek: 'Anayasada yazmasa bile cumhurbaşkanının dokunulmazlığı vardır. Görevi sırasında vatana ihanet dışında hiçbir konuda yargılanamaz. Cumhurbaşkanlığı makamı devletin en yüce makamıdır.'

Anayasa Profesörü Y. Atar: '1982 Anayasası'nda açıkça yazmasa da 1924 Anayasası'nda yazılmış olması nedeniyle dokunulmazlığa sahiptir diyebiliriz.'

Adalet eski Bakanlarından S. Türk: 'Bu konu anayasada düzenlenmemiş olmakla birlikte, görevi devam ettiği sürece genel kabul edilen yargılama yapılamayacağıdır. Ama zamanaşımı da işlemez. Hiçbir suç cezasız kalmaz. Görevi sona erdikten sonra yargılanabilir.'

TBMM Anayasa Komisyonu Bşk. B. Kuzu: '...Yani polis isterse gidip alabilir. Olabilir mi böyle şey? Cumhurbaşkanının sıradan bir vatandaş gibi yargılanabilir mi? Yani devlet memurunu polis elinden tutup götürse saçma olmaz mı?'

Sanayi ve Ticaret Bakanı N. Ergün: 'Kimsenin bu makama zarar vermeye hakkı var mı? Ülkemizin görünümü bozulmuyor mu dünyaya karşı? Bozuluyor. Siyasi,hukuki görüntüsü bozulmuyor mu? 'Ülkede cumhurbaşkanının bile başına ne geleceği belli değil' imajı dünyada oluşmaz mı?'

Başbakan R.T.E.: 'Bazen yargıdan siyasi ve taraflı karar çıkabiliyor. Bu mahkeme daha önce benimle ilgili de siyasi bir karar vermişti. Bazı mahkeme kararlarını anlamakta zorlanıyorm. Biz Türkiye'ye hizmet etmek istiyoruz. Ama birşeyler yapmak isteyince engelleniyoruz. Bu tip yargı kararları yabancı sermayeyi ürkütüyor.'

SP'den de Gül'ün bu durumu karşısında gözyaşlarını tutamadıkları görünümünü veren destek açıklamaları geldi. Erbakan'ın aynı dava dolayısıyla aldığı cezasının kalan 11 ayını affetmiş miydi ne? (Toplumsal) hafızama güvenemiyorum da!

Kişiler bu ve buna benzer yorumlar yapmaya, açıklamarda bulunmaya devam edebilirler. Fakat gözden kaçırdıkları ya da bilerek söylemedikleri şu gerçektir:

Refah Partisi kapatıldığında bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu partinin hem milletvekili hem de genel başkan yardımcısıydı. Milletvekili sıfatı 2007 yılının ağustos ayında Cumhurbaşkanı seçilene kadar da devam ettiği için Gül hakkında ceza yargılaması yapılamadı; çünkü Gül, anayasanın 83. maddesi uyarınca dokunulmazlığa sahipti. Ve bu yüzden bugün Sincan 1. Ağır Ceza’dan yeniden Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen dosya TBMM’de Gül’ün dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle ilgili Meclis komisyonunda bekliyordu.
Gül’ün 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından TBMM Başkanlığı, bu dosyayı ‘işlem yapılmak üzere’ Başbakanlık’a gönderdi. Bizzat TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın imzasını taşıyan yazıyı alan Başbakanlık da, dosyayı Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın imzasıyla ‘işlem yapılmak üzere’ Adalet Bakanlığı’na sevk etti. Dosyayı alan Adalet Bakanlığı da bunu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ‘gereği’ için gönderdi. Bu kişiler Cumhurbaşkanı’nın yargılanamayacağını düşünüyor olsalar, TBMM’nin dosyayı hiç göndermemesi, Başbakanlık veya Adalet Bakanlığı’nın da dosya kendilerine kadar gelse bile bunu TBMM’ye iade etmesi gerekirdi. Oysa mahkeme dosyasından ve Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararından anlaşılıyor ki, hem TBMM Başkanlığı Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilince milletvekili dokunulmazlığını kaybettiğine hükmedip dosyayı işleme sokmuş hem de Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı da yine dokunulmazlık olmadığı düşüncesiyle dosyanın adli işlemlerin devamı amacıyla savcılığa sevkini sağlamışlar.(22.5.09, Radikal)


Ya bir dakika, yakın geçmiş (toplumsal) hafızamı zorlayınca, hukukun üstünlüğünü, mahkeme kararlarına saygı duyulması, yargıya müdahale edilmemesi gerekliliği ve 'Hakimlerin bağımsızlığı, üniversitelerin özerkliği varsa, vekillerin de dokunulmazlığı olmalı' (B. Kuzu) gibi bazı açıklamaları hatırlar gibiyim. Ama diyorum ya, (toplumsal) hafızama hiç güvenemiyorum...

1 Haziran 2009 Pazartesi

Gazeteci ne demek istemiştir? Yanıtlar

Gazetecinin kriptolarını çözüyoruz.

'Harekete geçireceğiniz kitleyi baştan bir daha inşa edin, önce. Organize bir kitle, kollektif bilinç ister. Ortak bir hafıza, ortak duygular.'


Burada ortak hafıza ve duygular 'müslümanlık', 'muhafazakarlık' ve 'din'. Baştan inşa edilmesinden kasıt ise genel olarak, dinin, müslümanlığa uygun yaşamanın, Allah'ın adını her yerde ve her zaman gündemde tutulması. Örnek: Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, ekonomik krizle ilgili olarak: 'Hiçbir yerde kriz indiği yerde kalmamıştır. Buradan da çıkacağız Allah'ın izniyle'. Bülent Arınç: 'Şimdi Ergenekon diye bir şey var. Bizi bunlardan Allah korudu ve Rabbim bunların hakkından geldi'. Ta ne zamandı, bir kızcağız televizyonda bir tartışma programında 'Atatürk'ü hiç sevmiyorum; Humeyni'yi seviyorum' demişti.

'İki şeye behemahal ihtiyacınız var. Birincisi 'seçilmiş travma'lar bulmalısınız.'

AKP'nin kurucu üyelerinden, genel başkan yardımcılığı ve üç dönem milletvekilliği yapan, 2000 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adı aday listelerinde geçen Dengir Mir Mehmet Fırat'ın The New York Times'a verdiği röportajından: 'Atatürk devrimleri toplumda travma yarattı, dini yaşama biçimleri bir gecede ortadan kaldırıldı.' 'Seçilmiş travma'dan kasıt Atatürk devrimleri. Bu devrimlerin nedeni, zamanı, nasıl yapıldıkları vb arka plandaki travmaları işaret ediyor, yani asıl 'seçilmiş travma' cumhuriyetimiz.

'İkincisi de 'seçilmiş zafer'leriniz olmalı. Her ikisi de 'seçilmiş kitle'nizi duygu birliğine ulaştırır. Biri, mağduriyet, mazlumiyet, mağlubiyet hissini besler, büyütür.'

'Mazlumiyet, mağlubiyet' hissini besleyen olaylar arasında, RTE'nin 'Camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler asker, bu ilahi ordu dinimi bekler, Allahu ekber, Allahu ekber' şiirini okuduktan sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken 4 aylık hapis cezası alması dolayısyla siyaset yasaklısı olması da vardır. Yakın geçmişte, yani halihazırda Başbakan iken 'Biz(yani dindar kesim' Türkiye'nin zencileriyiz(yani ah bu laikler yok mu, canımıza okuyorlar).' derken yine mazlumiyeti, mağlubiyeti devam ettiriyordu.

'Seçilmiş zaferleriniz kahramanlık mitiniz olur; cesaret ve özgüven duygusu aşılar.'

'Seçilmiş zafer'den kasıt, AKP'nin, DSP-MHP-ANAP koalisyonu hükümeti krizinden sonra yapılan genel seçimler sonucunda 18 Kasım 2002'de tek başına iktidara gelmesi ile 58.ci hükümeti kurarak AG'ün başbakan olması; RTE'nin 2003'de Siirt milletvekili yenileme seçiminde parlamentoya girmesiyle AKP'nin 59.cu hükümeti kurulması; AG'ün cumhurbaşkanı seçilmesi. Bu zaferlerin kazandırdığı cesaret ve özgüveni ise tatil beldelerinde turistlerin bile bikiniyle dolaşmasına yasak getirilmesine, belediye tesislerinde içki servisinin kaldırılmasına, Bursa'daki ekmek büfelerinde kuyruğa haremlik selamlık girilmesi uygulamalarına, parkta bira içtikleri için gençlerin katledilmesine, insanların ramazanda oruç tutmadıkları için dövülmelerine, ilahiyat fakülteleri kontenjanlarının talep gelmediği halde %115 artırılmasına varıncaya kadar bir çok örnekte görüyoruz.

'Biri, ortak acılardan kollektif bir hafıza çıkarır. Diğeri, bir coşku dalgası gibi kuşatır, neferlerinizi. Duygu birliği güçlü bir bağdır. İkisi birden tükenmez bir motivasyon kaynağı olur size. Safları sıkıştırmanıza yardım eder.'

'Motivasyon kaynağı' denilen şeylere örnek, AKP'ye açılan kapatma davasıdır. Bu dava ile 'laikler düşmanımız' ortak hafızası sağlanır, bu ortak hafıza safları daha da sıklaştırır.

'Kin, nefret verir; öfke, isyan duyguları uyandırır. Zehir gibi keskin olursunuz. Karşınızdakileri sindirir hem....Öyle korku salarsınız ki valla, mum gibi yaparsınız herkezi.'

'Laikler düşmanımız' ortak hafızası yeteri kadar anlatıyor burada demek isteneni. Biraz da farklı örnek ver derseniz, buyurun:

İstanbul E-5 yolunda şerit değiştirmeyen minibüs şoförü A.Ö. korumalarca dövüldü(29.8.05); RTE'nin yeğeni ve 3 arkadaşı protesto edenleri dövdü(11.9.06); Tuzla'da bir tersanenin açılışında konuşan RTE'yi protesto eden işçiler gözaltına alındı(3.5.08), Antalya'da RTE'yi protesto eden 65 yaşındaki emekli E.S. koruma aracında dövüldü(11.5.08); şehit cenazesinde RTE'yi protesto eden U.K. tutuklandı(30.4.09); Bursa'da 'Ampul Tayyip' sloganı atan liseliler davasında 4 kişi 11'er ay hapis cezası aldı; Çarkıfelek'te AKP'yi eleştiren M.A.E.'i RTE ahlaksızlıkla suçladı; Türk yargıçlardan sonra AİHM'nin de taraflı hareket ettiğini söyleyen RTE: 'Türban konusunda ulemanın kara vermesi gerekir'dedi; RTE'den eylemcilere 'ya sev, ya terk et, tek millet, tek devlet, tek bayrağa itirazı olan buyursun istediği yere gitsin'; MEB'in Ermeni soykırım iddialarına karşı okullarda izlettirdiği 'Sarı Gelin' belgeseli; Melih Gökçek, Uğur Dündar ve Mehmet Ali Birand için:'Eğer Türkiye onlara dar gelmezse bana yazıklar olsun!'dedi; 1 Mayıs 2008'de polisin göstericilere müdahalesine sinirlenip, İstanbul Emn.MD.'ğünün dilek kutusuna Celalettin Cerrah için 'Posbıyığını kesip insan kılığına bürün' mesajı gönderen T.B. 2,5 yıl hapis istemiyle yargılanıyor; Hüseyin Çelik'i protesto eden öğrenciler yurttan atıldı ve öğrenim bursları kesildi; Mersin'de Kürşat Tüzmen'e 'açım' diye bağıran H.A.'ya polis 67 TL ceza kesti; AKP'nin belediye başkan adayları tanıtım toplantısı için hazırlanan kitapçığın 'Baykal Başbakan olursa' başlıklı bölümünden: 'Minarelerde Türkçe ezan okutulur, camilerdeki halılar kaldırılıp yerine sıralar konulur, TV'lerde siyah-beyaz dönemi geri gelir, evinde HD TV olanlar hapse atılır, Erdoğan'ın başbakan olmasını sağlayan Siirt Misak-ı Milli sınırları dışına çıkartılır, Recep, Tayyip, Abdullah, Emine ve Hayrünüsa gibi isimler Arapça oldukları için yasaklanır, 'Ak' kelimesi Türkçe'den çıkartılır.'

Zannettiniz değil mi? Hayır efendim!

'Karşınızdakileri sindirir hem...Öyle korku salarsınız ki valla, mum gibi yaparsınız herkezi.' Şimdi sıra aradaki üç noktayı gazetecinin ifadeleriyle doldurma zamanı:

'Çakı gibi yapar; biler, saflarınızı. Zehir gibi keskin olursunuz. Karşınızdakileri de sindirir, hem. Mahalle havasına sokarsınız, bütün memleketi. Bir de Anıtkabir'de gösteri düzenlediniz mi? Evelallah, kimse sesini çıkaramaz artık. CHP Grup Başkanvekili, Başkent Üniversitesi eşrafı ve, ve Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Eminağaoğlu! Bir mahkemenin tutuklama kararına cümleten tepki koyarsınız. O savcının işi neydi orada diye, soramaz bile, Allah'ın kulu. Bu hale getirirsiniz, işte. Öyle korku salarsınız ki valla, mum gibi yaparsınız, herkezi.'

Gerçi bu satırların yazarı Akif Beki benim gibi her satırı için açıklama, örnek olay sunmamış. Sadece seçilmiş travmalara girmiş, (rahmetli) Türkan Saylan'ın evinin aranmasını, ÇYDD yöneticilerinin nezarette okuduğunu öne sürdüğü şarkıları seçilmiş travma ilan etmiş ve aklınca dalga geçmiş, 'Dayanamam ki; beni de takarsınız peşinize.'diyerek.

Amaaan ne uğraşıyorsun bu kadar, diyeceksiniz. Baksana adam Çarşamba akşamı oynanan Manchester United - Barcelona finali için Roma'ya gidiyor ve maçı izlemek yerine 'Melekler ve Şeytanlar' filminin peşinde kurgudan ibaret olan din-bilim kapışmasını izlemenin daha cazip geldiğini söylüyor; din-bilim kapışmasını hangi Roma'nın hangi sokağında nasıl izlediyse artık, diye de ekleyeceksiniz. Ben de, haklısınız aslında diyeceğim, ama zaten herşeye ve herkeze boşvere boşvere bu hale gelmedik mi, diye soracağım.