Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

31 Aralık 2009 Perşembe

2010 geliyormuş



Çok şaşıracaksın 2010.
Seni, Ankara'da teyzemlerle beraber karşılayacağız.
Hoş mu geldin, boş mu, bakacağız.
Benden sana tavsiye, sakın suratsız gelip de, keyfimizi kaçırayım deme.
Bizi peşinden sürüklemeye kalkma. Ne o öyle atlı kovalar gibi geçip gitmeler?
Adam gibi gel, adam gibi git.
Kendini ne ilk bil, ne de son.
Hiç acımamız yok, fena harcarız seni.
En fazla 12 ay ömrün var.
Sonra, bana söylememiştiniz deme 2010.

Yeni yıl herkese bol kahkaha, bol neşe, bol gülmece, bol para, bol ama çok bol sağlık getirsin. Herkesin yeni yılı kutlu olsuuuuuun!

30 Aralık 2009 Çarşamba

Zeynep gibi hisseden herkesi gülümsetecek ama ciddi bir öneri

Sevgili Zeynep,

Umarım kızmazsın, yorumuna buradan yanıt vermeme. Daha fazla demokrasi söylemiyle yapılanlar ne benim yazdıklarımla sınırlı, ne de daha az, hepimiz biliyoruz ve bunu bilmek acı veriyor. Midemizde taş varmış gibi hissediyoruz, kalp krizi geçirirmişcesine bir sıkıntı içindeyiz. Ama, asla ve asla gözlerimizi sımsıkı kapatamayız. Bunu kendimiz veya gelecek nesiller için değilse bile, Kurtuluş Savaşı'mızın daha başlarında şehit verdiğimiz Yarbay Nazım (15 Temmuz 1921), Yüzbaşı Fehmi (27 Ağustos 1921), Yüzbaşı Basri (10 Eylül 1921), subaylar, çavuşlar, onbaşılar, erlerimizin, Ahmet Taner Kışlalı'dan Bahriye Üçok'a daha nice aydınlarımızın ve  Mustafa Kemal Atatürk'ün hatırına yapamayız. Yapmamalıyız. 

İstemiyorsan yorum yazma, ama, bizi bırakma, tükenme, 'bitti' deme; hele ki sen, hiç yapma bunları.

Senin de hoşuna giden, birlikte güldüğümüz fikrimi hatırla. İstiyorum ki, ümitsizliğe her kapıldığında 'CUMHURİYET' ol, değerini bilip de unutanlara, hiç bilmeyenlere ve seni yok etmek isteyenlere şu şarkıyı söyleyerek yeniden güçlen, ve biraz da gülümse :)


Sardı korkular gelecek yıllar
Düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar
Gözlerimde canlanınca yaptığın haksızlıklar
Güçlendim, herşey bambaşka olacak
Döndüm bak geldim şimdi
Bugünü aslında nasıl sabırla bekledimdi
Seni yalvarırken görmek seni ağlatabilmek
Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdi
Olmaz artık kapı açık
Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık
Bir zamanlar sen de bana acımadın
Yalnız kaldım yıkılmadım ayaktayım

Yaşadım yaşıyorum
Başım yukarda meydan okuyorum hayata ve sana
Gönlüm doluyor aşkla barıştım bak hayatla
Başladım yaşamaya
Şimdi gel de gör beni bambaşka biri
Topladım dağılan kalbimin her köşesini
Ardından ağlayan o zavallı kız nerede şimdi
Gel gör beni

Sevenlere vereceğim sevgimi, herşeyimi




29 Aralık 2009 Salı

Özgürlüklerin artmasının olumlu sonuçları

25 Aralık'taki yazımda söz vermiştim, Ali Babacan'ın Bülent Arınç'a hazırlandığı iddia edilen suikast için neler söylediğini yazacaktım. Murat Yetkin'e şöyle konuşmuş:
 
"Türkiye ekonomide temel rotasını oturttu. Özgürlüklerin artması, Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin benimsenmesi... Halk artık bu ortamı yaşadıktan sonra olumlu sonuçlarını gördükten sonra , hele hele Türkiye’nin dış profilini dikkate aldığınızda ben pek çok şeyin artık  Türkiye’de oturduğunu düşünüyorum."
Öncesi ve sonrası var konuşmasının. Ben boyalı alanla ilgili bir kaç örnek vermek istedim. Bakalım Babacan örnek verseydi, benimkilerle örtüşen olur muydu?

Özgürlükler artınca, Dolapdere'deki olaylarda kalabalığa silah doğrultan ve 'Sokakta gezen çöpçüyüm. Ekmeğime bakarım, gerginlik varmış yokmuş bana ne. Para verdiler, git sık dediler.' diyen T.G. serbest bırakıldı. Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü öğretmenlik formasyon hakkı içim eylem yapan Fen Edebiyat Fakültesi öğrencileri için polise 'Dağıtın bunları.' dedi. Bülent Arınç ise, kendisi gibi milleti verdiği oylarla mecliste olan bir başkası hakkında 'Hele bir kadın var içlerinde(..) Çok garip bir yaratık.' dedi. Yine, özgürlükler arttığından olsa gerek, daha önce Danıştay'dan dönen köprü ve otoyolların özelleştirilmesi için geri sayım başlatıldı. SGK krizde işyerleri nefes alsın diye denetimleri azaltarak, dershane, sürücü kursu ve otelleri özgür bıraktı; denetim sayısı 729'dan 135'e indi. Deniz Feneri e.V davasında Alman savcının Türk makamlarca basılmasını istediği 12 şirketin yerinde özgürlükler rüzgarı sayesinde yeller esiyor. Özgürce tekmelendiği için omurgasının kuyruk sokumuna yakın yerinde kırık oluşan, Tekel eylemine katılan işci Ali Can Akyel, hayatta kalmayı başarırsa, belden aşağısı felçli, ama özgürlükleri artmış bir vatandaş olacak.

Babacan'ın örnekleri onlar değildir mutlaka, diyorsanız, aşağıdakiler olabilir mi, olamaz mı, siz özgürlüğünüz oranında karar verin artık.

Mehdi Eker'den Bitlis'te yardım isteyen vatandaş 'Artistlik yapma' diye, özgürce azar işitti. TİB Başkanı Şimşek'in 'Teknik olarak mümkün değil' dediği Yargıtay Birinci Başkanlık ana santralini özgürce dinlediği ortaya çıktı. Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Fashion Days moda organizasyonuna katılıp katılmamakta özgür olan markalardan katılmayanları özgürce fişledi. Gecekondulara oy uğruna özgürce verilen elektrik, ilim irfan uğruna İTÜ'nün Nanoteknoloji Merkezi ve Uzay ve Havacılık Merkezi'ne özgürce verilmiyor.

Kadıköy'de krizi protesto etmek için kurulan Halk Kürsüsü'nde 'Tüpümüz bitti. Banyo yapmaya arkadaşıma gidiyorum. Bu halde yaşıyoruz. Söylemek istediğim tek şey var: Allah belanı versin (...)' diyen özgürlüklerinin arttığını zanneden vatandaşa, 2 yıl hapis istemiyle dava açıldı, özgür özgür (6 Kasım, Radikal). Bir başka dava da, özgür olduğunu sanan 13 yaşındaki bir çocuğa açılmıştı, hatta seçim otobüsüne alınan çocuğun ensesinin özgürce sıkıldığı, korumaları tarafından da özgürce tartaklandığı iddia edilmişti (27 Haziran, Radikal). YÖK'ün harç zammını özgürce protesto edebileceklerini zannedip, 'Biz açız, harçlarımızı ödeyemiyoruz, siz döner yiyorsunuz.' diyen öğrenciler önce 'adaba davet' edildi civanım delikanlı tarafından; ardından polisler yaka paça gözaltına alıp karakola götürdüler. Orada bulunan vatandaşların alkış ve ıslıklı protestosu üzerine, Çevik Kuvvet bölgede güvenliği sağladı. Babacan'a sorsan, protesto eden vatandaşların(!) güvenliğini sağlamak amacıyla Çevik Kuvvet'in geldiğini söyler. YÖK'ün yeni yönetmeliği uyarınca işten çıkartılacak olmalarını protesto eden 49 İstanbul Üniversite'li asistan hakkında gayet özgürce soruşturma başlatıldı. Rize'de 'Açız, terörist mi olalım?' diye bağıran vatandaş gözaltına alındı.

Aaa, van münüt ya. Bir civanım delikanlı ne demişti, protestolar için, IMF ve Dünya Bankası'nın toplatısının açılışında? 

"Dışarıdaki protestoya kulak verelim."
 Sonrasında Taksim yerle bir olunca da,

"Dışarıdaki mağdurların, mazlumların protestosunu kastettim.(..)Eğer protesto edeceksen, gel megafonu al eline, bağır çağır."
Aman sevgili özgürlüğü artmış vatandaş, bu ortamda yukarıda yazdıklarımı da hesaba katarak sonuçların ne olduğunu gör, e mi?

Son cümle: "Türkiye'de hukuk devleti ilkesinin benimsenmesi..." diyor ya Ali Babacan, YÖK gibi önemli bir devlet kuruluşunun başında bulunan şahsın "Hukukun arkasından dolanmak" özlü sözünü tek geçerim...

Yoksa, hukuk devleti olma ilkesi bile mi özgürlük rüzgarlarına kapıldı ne?

28 Aralık 2009 Pazartesi

Minik kardeş, minik kardeş, can can caaaan

Eveeet, 1. beyin ameliyatımda kaldığımız yerden devam ediyorum.

Meğer minik kardeş can can can bana inanmayıp, Amerika'daki arkadaşlarının ve kendisinin bilumum doktor arkadaşlarını arayıp, durumu anlatınca, işin ciddi boyutları olabileceğini anlamış. Fiziksel anlamda yaşayabileceğim sıkıntıları öğrenmiş, ilaveten kişiliğimin değişme olasılığının olduğunu da. Hop deyip atlamış uçağa. Ameliyata yetişememiş ama, ben yoğun bakımda eğlenirken, o da hastanedeymiş.

Çok seneler önce, galiba 1990'lı yılların başıydı, annemle Mesoş Artur'da ikamet ediyorlardı, yaz-kış. Ben İstanbul'da babamla çalışıyorum, ablam İzmit'te çalışıyor, minik kardeşimiz de Ankara'da yüksek lisansını yapıyor. Günlerden bir gün, iş yerindeyim, telefon çaldı. Açtım. Karşımda Mesoş. Hemen anladım kötü bir şeyler olduğunu, çünkü ilk kez beni iş telefonumdan arıyor; numarasını bile bilmezdi diye düşünüyorum. Günde kim bilir kaç kez konuşurduk ama, çoğunlukla ben aradım, ya da annem. Annemin kalp spazmı geçirdiğini, hastanede olduğunu haber vermek için aramış. Tabi, ben, önce ablamı sonra Yasemin'i aradım. Ailede bir 'saklama' huyu vardı, biz çocukken. Saklanan şeyler kap kaçak olsa neyse! Sağlıkla ilgili her kötü haber saklanırdı bizden; niyeymiş, derslerimiz varmış, üzülüp, moralimiz bozulmasınmış. Ne zaman ki biz büyüdük - ne demekse artık o, herkese söz verdirdik ki, bu gibi durumlarda haber verilecek diye. Canım Mesoş.

Ablam zaten yolumun üstünde olduğu için, geçerken onu da alırım, birlikte gideriz diye planladık. Kardeşimiz de Ankara'dan otobüse atlayıp gelecek. O tarihlerde, ya Gölcük-Karamürsel üzerinden Körfez dolaşılarak, ya da Eskihisar'dan arabalı vapurla Topçular'a geçilerek Yalova-Bursa'dan İzmir-Balıkesir yoluna çıkılırdı. Ben Körfezi dolaşmayı tercih ederdim, her ne kadar yol bir geliş bir gidiş olduğundan araba, kamyon, otobüs ve TIRlar kalabalık yapsa da... Araba kullanmayı çok severdim, çok... Neyse... Yola çıkmadan önce, en eski-yakın arkadaşımla yol üstünde bir yerlerde buluştuk, evimin anahtarını verdim. Evet evet, üstümü bile değişmek için zaman kaybetmek istemedim. Evimin anahtarını da, bitkileri sulasın diye değil, köpeğimle birlikte kalsın diye verdim. Adı Tango'ydu. Beyazlı siyahlı Pointer cinsi, çok güzelll bir yaratıktı. Tango'nun hikayelerini başka zaman yazarım.

Konu nasıl da dallandı budaklandı, değil mi? En nihayetinde, ablamla ben ilk vardık. Annem bir takım aletlere bağlı yatıyor hastanede. Ertesi gün sabah ancak geldi Yasemin. Biz annemin odasındayken usulca girdi içeriye. Annemin Yasemin'i görmesiyle birlikte nabzını ölçen alet tam manasıyla sapıttı. Nasıl da çılgın gibi bipliyor tahmin edemezsiniz, sevinçten ikinci bir spazm geçirecek! Halbuki ablamı ve beni gördüğünde böyle çıldırmak yerine neredeyse durma noktasına gelmişti be ;-)) Biz, anında, ablamla 'En çok hangimizi sevdiğini anladık anneee!' diyerek kadıncağızımıza üçüncü spazmını geçirtiyorduk :)

Eh, haliyle ailenin en sevilen çocuk olduğunun bilinciyle, minik kardeş can can can, başıma bir de kalp krizi gibi bir iş açmak istemediği için, yoğun bakımda yanıma gelmemiş :))

25 Aralık 2009 Cuma

Minareyi çalan kılıfını unutursa ne olur?

Yeni güne güzel, hoş ve gurur veren haberlerle başlayamıyorum.
Neden acaba?

Bugünü ele alalım, örneğin. Bülent Arınç'a, askerin yani Genelkurmay'ın suikast düzenleyeceğine inanılan açıklamalar ve olmadık senaryolar. Senaryolar deyince, olaya 'Başbakanlık eski Basın Sözcüsü' etiketini taşıyan Akif Beki'nin bugünkü yazısından bir alıntı yapalım: 'İş, akıl yürütmeye kaldığında... Kılıf uydurmanın da, hayali senaryoların da sonu gelmez.' Yazısının tamamını okursanız görürsünüz ki, demek istediği Genelkurmay'ın konu ile ilgili yaptığı açıklamalar, kılıf uydurma ve hayali senaryodur. Haklı tabi, ama kendi bakış açısından. Tıpkı bu sözleri, zıt bakış açılarına sahip kişiler söylediğinde, ne kadar haklı olduklarını kabul edeceğimiz gibi.

Yazısını şu soruyla bitirmiş: 'Eğer açıklanan bilgilerden emin olunsa, daha olay dallanıp budaklanmadan Arınç'ı tatmin edecek, kamuoyunu teskin edecek adımlar atılmaz mıydı?. Şahsi fikrim, bakın beşbin beşyüzüncü kez söylüyorum şahsi fikrim, kamuoyunu teskin edecek (acı, öfke duygularını yatıştıracak) herhangi bir açıklama yapılamaz, adım atılamaz durumdayız. Sebebi de siyasetçilerin uzlaşmaz, saygısız tutumu. O siyasetçilerin bu tavrıdır ki, toplumumuzu yatıştırmaktan öte germiştir, kutuplara ayırmıştır. En azından bu olay özelinde, orduyu sevenler ve sevmeyenler olarak...

Aynı konuyla ilgili olarak Ali Babacan'ın Murat Yetkin'e verdiği röportaja da değineceğim. Azz sorraa...

22 Aralık 2009 Salı

Ben benim de, sen kimsin?


Üç-beş dakika önce başıma gelen olayı anlatıyorum:


Cep telefonum çaldı, açtım. Karşıdaki bayan sesi adımı soyadımı söyleyip, görüşebilir miyim diye sordu. Ben de, benim, dedim. Ardından direkt olarak Türk Telekomdan aradığını ve konuşmanın güvenlik açısından kayıt edildiğini belirterek, e-posta adresimin olup olmadığını, varsa ne olduğunu sordu. Önce, siz de ne gözüküyor, dedim, ki herhangi bir adres gözükmüyormuş. Vermem gerekiyor mu, dedim biraz kıllanarak. Karşı taraf, istemiyorsanız vermeyebilirsiniz, dedi. Peki vermiyorum o zaman, dedim. 


Ardından, doğum tarihinizi ay-yıl-gün olarak alabilir miyim, deyince, sordum: 'Bu bilgiler neden gerekiyor?' diye. Gelen yanıt şöyle oldu: sizin siz olduğunuzden emin olmamız lazım. Sizde ne gözüküyor onu söyleyin, ben doğrulayayım, dedim. Karşı taraf da haklı olarak ve neyse ki, sizin telefonunuzu bir başkası kullanıyor olabilir, başkalarına sizin bilgilerinizi vermemizi istemezsiniz herhalde, diye yanıtladı beni. 


Ben de, evet dedim, ama takdir edersiniz ki bu tarz bilgileri her telefon açana da vermemek lazım. Neden aradığınızı ve bu bilgileri ne için istediğinizi öğrenebilir miyim? diye ikinci kez sordum. Ancak o zaman, kampanyamız var da onun bilgisini vermek icin, diye bir yanıt geldi. Kampanyayı anlatmak için bu tarz bilgilere ihtiyacınız olmaması lazım, diye üsteleyince ben, sizin siz olduğunuzdan emin olmamız lazım, dedi karşı taraf. Kişiye özel kampanya? Hiç ihtimal vermiyorum.


Daha fazla dayanamayarak, kampanyalarla ilgilenmediğimi söyleyince, o zaman hiç bir bilginizi teyid etmek istemediğinizi kabul ediyor musunuz, diye sordu, iyi mi? Yes I do, I do, I do...







Çay ocakları ne işe yarar?

Ankara'da bulunan Denizcilik Müsteşarlığı'nda rutin denetim yapan müfettişler, İdari Mali İşler Daire Başkanlığı'nın faaliyetlerinde ilginç ayrıntılar yakalamış.  Şöyle ki, kendilerinin de içinde bulunduğu Hanımeli Sokak'taki ek bina ile Tandoğan'daki merkez binadaki çay ocaklarının gelirinden:


Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım için ağrı kesici ilaç,
Müsteşar Hasan Naibioğlu için pasta,
televizyon alınıp,  
lojmanların doğalgaz gideri karşılanmış.


Müsteşarlığın ilgili birimlerinden yanıt beklenirken, müfettişlerin bulunduğu binanın çay ocağı kapatılmış. Ancak ana binadaki çay ocağının açık bırakılması, müfettişler tarafından 'cezalandırma' olarak algılanarak, 20 müfettiş ayrı ayrı dilekçelerle  yönetime başvurmuş. 'Bizim çay ocağımız neden kapatıldı?' diye sormuş. Dilekçeler yönetime ulaşınca, ek binadaki çay ocağının kapısı apar topar açılmış. Geriye müfettiş raporunda yazılanlar için neler  yapılacağını merak etmek kalmış. (21 Aralık HaberTürk)

20 Aralık 2009 Pazar

Sana söylüyorum eksik malzeme, hangi cüretle sokaktasın?



Pazar pazar papazlar azar. 


Halbuki ne günlerden pazar, ne de azanlar papaz. Evet, birileri azmış. Hem de fena halde. Azanlar, muhtemelen ağızlarında köpüren tükrüklerini oraya buraya saçarak, 'SOKAĞA NİYE ÇIKIYORSUNUZ!' diye bağırıp çağırıyorlar. Azanlar, ki onların iki elleri, iki kolları, iki ayakları, iki bacakları vardır. Var olmakla kalmayıp, her tür işlevlerini mükkemmelen yerine getiririyorlardır. Onların mantığına göre, sokağa çıkmak için gerekli herşeye sahiptirler! Bir tek 'akılları' yoktur, ama bunun farkında değildirler!


Ve 'SOKAĞA NİYE ÇIKIYORSUNUZ!' diye hönkürürlerken, aslında şunu demek istiyorlardır: Kolu bacağı olmayan iğrenç yaratıklar, sizin gibi işlevsiz ve eksik uzuvluların, eksik malzemelerin, bizim gibi Tanrı'nın mükemmel yarattığı varlıkların arasında işin ne? Cehennemin dibine kadar yolunuz var!
Ama, giderken bizim için yapılan metrobüsü kullanamazsınız... 


Bizim insanımız candan, anlayışlı, misafirperver, ailesine düşkün ve geri kalan iyi meziyetleri sizin düş gücünüze bırakıyorum, eskiden belki, bakın belki diyorum, böyleydi, ama artık değil. Hele bu habere kendi tecrübelerimi de eklersek, bu fikrim iyice pekişti. Ha, diyeceksiniz ki Türk insanı kendi kendine mi bu hale geldi? Belki, belli bir alt yapısı vardı bu noktaya gelmek için. Ama eğitimsiz, görgüsüz, aile terbiyesi nedir bilmeden, toplum bilincine sahip olmadan, salt nüfus sayısına odaklı bir insanlar topluluğu yaratmanın etkisi korkunçtur. Hazır daha fazla özgürlük vaadeden açılımlar yapmaya başlamışken, bir açılım da fiziksel engelli vatandaşlar için yapılsa fena mı olur? Bakarsınız bu açılım AB kapısının anahtarı oluverir.


Ben kendi adıma, eğer yukarıda-aşağıda herhangi bir yerlerde, Allah dediğimiz yüce bir güç varsa, kendisinden orada olmayan aynı düşünceleri paylaşan ve bu 'sağlamlara' acil tarafından bir kaza temenni ediyorum, ciddiyim. Bu kazada ölmesinler, yatalak da kalmasınlar, çünkü nasıl bir şey olduğunu anlayamazlar böyle olursa. Elleri kolları, ayakları bacakları kopabilir ya da bir daha kullanamayacakları bir şekilde kalabilir, o kadarına karışmam. 'Sağlamlar' tarafından sokağa çıkmamaları gerektiğinin gözlerinin içine baka baka söylendiğini duysunlar, o çaresizliği, eksikliği hissetsinler. 


Bunu sağlamken başkalarına söylemiş oldukları için, başka sağlamların kendilerine söyleyeceklerini öngörüp sokağa çıkmayabilirler tabi, o ayrı.   

   

18 Aralık 2009 Cuma

Hedefi onikiden vurmak

Aylardan Mayıs. Deniz Feneri ile ilgili bilgiler, dosyalar Almanya - Türkiye hattında uçuşuyor. Ve flaş bir isim, zamanın RTÜK Başkanı Zahid Akman'ın adı her taşın altından çıkıyor. Hatırladınız mı? Bülent Arınç da, Fatih Altaylı'nın Teke Tek programında açıklıyor: "Zahid Akman'ın istifasını istedim. O da söz verdi." Hatırladınız mı?

Sonrasında Zahid Akman istifa etmek şöyle dursun, 'Başbakan arkamda' diyerek, sağ gösterip sol vurmuştu. Hatta civanım delikanlıya bu olay sorulduğunda, '(B. Arınç'ın istifa çağrısı için) Şahsi kanaatidir.' dememiş miydi yav? Hatırlasanıza!

Kasım ayında Onur Öymen'e Tunceli (Dersim) olaylarıyla ilgili sözleri nedeniyle, lafı zurnanın zırt dediği yerden anlayarak, yüklenmeyen kimse kalmadı. Kemal Kılıçdaroğlu da gaza gelip, gereğini yapması çağrısında bulundu. Hatırladınız mı?   

Geldik Aralık ayına. Bülent Arınç, hedefindeki Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Kılıçdaroğlu için diyor ki: "(Kemal Kılıçdaroğlu) Geri adım attı. Medya ona Gandi diyordu. Ben de diyorum ki o artık 'Dandi' oldu. Hüviyeti ortaya çıktı."

Aradan çok değil 6-7 ay geçmiş yani. Hadi diyelim ki kendisi bu kötü anısını hafızasından sildi, basın mensuplarına ne demeli? Onlarda da bir hafıza problemi var galiba. Yoksa şöyle demezler miydi:
"Hayda, ne işin var çayda Sayın  Bakan? Siz Akman'ı gereğini yapmaya diil açıkça istifaya davet etmiştiniz de, Başbakanınız Akman'a arka çıkıp, sizi ortada bırakmamış mıydı?"

Tabi ben Bülent Arınç'ın yerinde olsam otomatikman şunu derdim: "Zahid Akman'dan bana bişey vermesini istedim, o da sözünü verdi."
Daha ne olsun, di mi ama?

Kim neyi, nerede, ne zaman konuşabilir?

Bugün gelen bir e-postanın ekinde güneş sistemindeki gezegenlerden tutun da galaksinin çook çok uzaklarındaki yıldız sistemlerinin Hubble teleskobuyla çekilen fotoğraflarını gördüm. Hatta diğerlerinin yanında bırakın dünyayı, güneşimizin minicik bir nokta bile olmadığı karşılaştırmalarını yapmışlar.  Şaşırdınız değil mi?  Durun o zaman, biraz daha şaşırtayım sizi. 

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, DTP'nin kapatılması kararını açıklarken anayasal değişiklik yapılması gerekliliğini gündeme getirmiş. Vatandaş olarak, bunda ne var ki diye sorabilirsiniz ilk anda. Bakalım ülkeyi yönetenler ilk anda nasıl fikirler beyan etmişler diye, yemedim içmedim araştırdım. 

İnsan Hakları Komisyonu Bşk. Akepeli Zafer Üskül, 'O da vatandaş olarak konuştu, görüşünü dile getirdi.' demiş. Parti grup başkanvekili Mustafa Elitaş demiş ki, 'Ne var bunda? Şahsi görüşünü beyan etmiş.'  Başka bir başka parti grup başkanvekili Bekir Bozdağ 'Haklı.' demiş. Daha başka bir başka parti grup başkanvekili olan Suat Kılıç,  'Yadırganacak bir durum yok.' demiş ve eklemiş 'Yorumlarından anlaşılıyor ki mevcut Anayasa ve yasa normlarından yüksek mahkeme de çok hoşnut değil.

Görevi, konumu gereği siyasi konuşmaması gereken bir yüksek yargı üyesi bunu yaptığı halde hükümet partisinden aldığı tepkilere bak. Ne kadar olgun, demokratik, şeffaf, yapıcı, uzlaşmacı bir siyaset yapılıyor ülkemde. Sizi bilmem ama, ben şaşırdım! - Avrupa Yakası'dan Şahika vurgusuyla. Hep böyleydi de, ben mi anlamamıştım diye düşündüm ve zamanda yolculuk yapıp az geriye gittim. 

Akepe grup başkanvekili Bekir Bozdağ, Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya için 6 Haziran'da demiş ki: "Siyasi değerlendirmeler ve analizler yapmak, yargı görevi yapanların değil, siyaset yapanların işidir. Yargı görevi yapanlar asla niyet okumazlar."  Devlet Bakanı Hayati Yazıcı: "Herkes hukukun içinde olmalı, hele savcılar, yargıçlar meydanlara çıkıp görüş ifade etmemeli." 

16 Temmuz'da Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker için "Yargı başkanlarının öyle siyasetçiler gibi her mikrofon uzatıldığında konuşma yapmamaları gerekir."

Civanım delikanlı muhtelif zamanlarda, muhtelif olaylarda... deyip geçmeyeyim hadi, örnek de vereyim:  

Suriye sınırındaki mayın temizleme gündeminde: "Bakıyorsunuz bir emekli yarbay çıkıyor, 'bana 2 tabur versinler, ben bu işi çözerim' diyor. Sen bir defa haddini bil, emekli oldun git bir kenarda dur. Bunlar da emekli olduktan sonra konuşmaya başlıyor."  Antiparantez açmadan geçemeyeceğim; askerin görevi başındayken de, emekli olduktan sonra da konuşmasını istemezler. Mezara girdikten sonra konuşsalar olur mu, diye bir geyik yapılabilir bu durumda mesela. 

Bankalar Birliği toplantısında Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'e "Başlatma şimdi...Burada başka bir şey söyleniyor, biz bambaşka bir şey konuşuyoruz." Yani, sen bizim ne konuştuğumuzu anlamadın, o yüzden konuşma... 

Sağlık Bakanı Recep Akdağ'a domuz gribi aşısı gündeme ilk girdiğinde "Benim ve Cbşk'nın da aşı olacağını söylemişsin. Benim adıma konuşma." 

Köşe yazarlarına, medyaya yaptıkları iş gereği, 'konuşmayın' diyemeyeceği için, 'her gün yazıp çizmeyin, televizyonda dile getirmeyin, gündemden düşürün, kurcalamayın, haddinizi bilin'. Vatandaş, biliyorsunuz, anasını da alıp gitmesinden tutun da, 'açız' deyip provokasyon yapmak suretiyle hiç konuşmamalı. Bu durumda hangi vatandaşlar, bkz. 3.cü pgr, Zafer Üskül'ün vatandaşı, neyi konuşabilir, neyi konuşamaz sorusu gündeme bomba gibi düşer mi, düşmez mi? 

Halbuki herkes, ama h-e-r-k-e-s, buna vatandaş da dahil, AB Başmüzakerecisi ve Devlet Bakanı Egemen Bağış'ın Ruhban Okulu konusunda 'Açılmalı' derken beşbin beşyüz kez 'Şahsi fikrim' diyerek sözlerinin kişisel olduğunu vurgulasa, belki kurtaracak... 'Açım, ama bu şahsi fikrim', 'İşsizim, ama bu şahsi fikrim' gibi gibi. 

Yanlız şunu anlamıyorum, Kasım 2008'de, Kamer Genç mecliste sık söz aldığı için masasındaki elektronik cihaz bozulduydu, Genç'in söz almasına izin de verilmediydi. Mvekillerinin bile konuşması istenmiyorsa, milletin, vekili olmuş vekili olmamış ne fark edecek ki? 


20 Aralık 2009 notu: okurlarımdan, dostlarımdan gelen bir uyarıyla tam da bu yazının içeriğine uyan, civanım delikanlının Meclis Başkanı'ndan isteğini paylaşıyorum: 'Siz mi susturursunuz, ben mi susturayım?' 





Kaç gün olmuş yazmayalı?

En son 9 Aralık Çarşamba günü yazmışım. Az zaman çok işler başardım, hepsini anlatacağım. Ama öncelik, 13'ünde yazmaya başladığım ancak bugün bitirebildiğim yazıda.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Bak şu turuncu koltuğun yaptığına!

Bu da başka bir kamera şakası olsa gerek...

Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde Meclis'teki kavgaların suçlusu bulundu. Turuncu renkli ceylan derisi koltuklardı bu münasebetsiz. Neler denmedi ki: Tahrik ediciymiş, insanı hırçınlaştırırmış da mışmış da mış.

Oturmuş, arşivimi düzenliyordum. Ne bulsam beğenirsiniz?

21 Eylül tarihli bir gazete küpürü. Efendim, Akepe Ankara Mvekili Aşkın Asan, turuncu koltukların doğru tercih olmadığını söylemiş. Sonracıma, yurt dışından gelen bir konuğu Meclis Genel Kurulu'nu izledikten sonra demiş ki: 'Mvekilleri çok sevimli, çocuk gibiler.'

Asan da, bu tür renklere İngilizce'de 'childish' yanicime 'çocukça' dendiğini ifade ederek, Meclis'te normalde koyu renk olması gerektiğini belirtmiş. ABD Texas Tech Üniversitesi'nde 'Öğretim Teknolojileri' alanında doktora eğitimi sırasında 'Renk Psikolojisi' alanında da eğitim aldığını hatırlatarak, yaklaşımının bilimsel olduğuna dikkat çekmiş.

Mvekilleri turuncunun 'yan etkileri'ni  kardeş kardeş tartışırlarken söz alıp yukarıdaki gibi dikkat çekmesi daha iyi olmaz mıydı? Eğitici-öğretici bir açıklama yaparak tartışmayı sonlandırması iyi, iyiden de öte şık bir hareket olurdu diye düşünüyorum. Ya da düşündü belki ama, şimdi bunlar daha da çocuklaşır, sevimli olur, neme lazım, deyip oturdu turuncu ceylan derisi koltuğunda, kim bilir.

Bir önceki yazımda 'Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' demiştim ya, bu yazıya da 'Buyrun cenaze namazına' iyi gider diye düşünüyorum :)

Hesap sormak

Ya, valla çok gülüyorum, gülmemem lazım ama elimde değil, n'apıyım.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yrd. Bülent Arınç gazetecilere her zamanki şakacılığıyla kamera şakası filan yaptı herhalde. Baktı kimse anlamadı, ne yapayım bu da böyle kalsın, dedi muhtemelen.

'Rütbesi, makamı, mevkisi ne olursa olsun birilerine hesap sorulabiliyor Türkiye'de. Bence doğrusu da budur.' demiş gazetecilere geçenlerde, darbe planlarıyla ilgili kuvvet komutanlarının sorgulanmasını değerlendirirken.

Güldüğüm şey şu, daha üç gün önce TBMM, Başbakanlık, Adalet Bakanlığı üçlüsünün yaptığı hatadan dolayı Cumhurbaşkanı'nın yargılanma durumu gündeme geldiğinde neler neler neler demişlerdi.

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu desem, kamera şakası olur mu, ciddi soruyorum, gülmeyin...

Alman edebiyatı ve tiyatrosunun ustası
Brecht der ki:

Mizahsız toplum olmaz ama her şey mizah olursa o toplum korkunç olur. 




Yeni şehitlerimize ağlıyorum, elimden başka bir şey gelmiyor

Duymak başka, görmek daha başka. Etkilerinden bahsediyorum.

Bugün, 8 Aralık gazetelerinde okurken, ağlıyorum. Tokat'ın ilçesi Reşadiye'de şehitlerimizi uğurlarken çekilen fotoğraf karesinde binlerce kişinin taşıdığı kan kırmızı üzerinde bembeyaz ay-yıldızlı dev bayrağımız var. Aklı başında kim olsa ağlar, avaz avaz bağırır, okkalı bir küfür savurur. Bazen şaka gibi geliyor, bir zaman geçecek ve tüm bu kakaya dönen şakalar bitecek diyorum. Ama bakıyorum, o zaman geç bile kalmış geçmekte.

Hatırlıyorum ve ağlıyorum, çünkü Sağlık Bakanı Recep Akdağ Erzurum'da bir konuşması sırasında söz isteyen C.K.'yı provokatörlükle suçladı.

Hatırlıyorum ve ağlıyorum, çünkü civanım delikanlının Rize'deki konuşmasında 'Açız' diye bağıranlar provokatör ilan edildi.

Hatırlıyorum ve ağlıyorum, çünkü civanım delikanlı basının yaptığı haberlerin, yorumların provokasyona yol açtığını söyledi.

Ağlıyorum, çünkü civanım delikanlı Tokat'ta 7 askerimizin, Mehmetciğimizin, ceza ödemek pahasına 'Ne mutlu Türk'üm diyene!' diyenlerimizin canları-ciğerlerinin şehit edilmesini, yukarıda örnekler gibi PROVOKASYON olarak addetti!?!

Ve ağlıyorum, çünkü ben basit bir vatandaşım; 'benim Bayındırlık ve İskan Bakanım', 'benim Çevre ve Orman Bakanım', 'benim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanım', 'benim Kültür ve Turizm Bakanım, 'benim Milli Eğitim Bakanım', 'benim Sanayi ve Ticaret Bakanım', 'benim Tarım ve Köyişleri Bakanım', 'benim Ulaştırma Bakanım' yok ki, ülkemin geri kalmış bölgelerine göndereyim, toprağı yeniden tarıma elverişli, dağları tepeleri yeniden hayvan yetiştiriciliğine uygun hale getirsinler, bayındırlık ve kalkınmayı sağlayacak okulları, tiyatroları, fabrikaları, yolları kendi elleriyle yaparak aş-iş sağlasınlar, vatandaşın 'gerçek' ve 'öncelikli' derdine 'gerçek' çare olsunlar.

Ve bugün ağlıyorum, çünkü bu şaka bitse, başka şakalar hazırda bekliyor gibime geliyor...

8 Aralık 2009 Salı

Cumartesi ne yaptım, biliyor musunuz?

5 Aralık Cumartesi günü çok heyecanlı, güzel ve yorucu geçti.

İkeda Yönetim Danışmanlık'ın  sahibi Serdar abi, yaklaşık bir ay önce bir günlük bir seminer düzenleyeceğini ve geniş katılımlı toplantı yönetim şekli olan  World Café'yi anlatıp, mini bir uygulamasını yaptırmayı istermiyim diye sormuştu. Tabi ki de isterdim, istemez olur muydum hiç. Bu seminerde World Café'den başka, 'Olumlu Sorgulama' (Appreciative Inquiry) ve Açık Alan Teknolojisi uygulaması da olacaktı. 


4 Aralık Cuma gecesi neredeyse hiç uyumadım. Hoş, zaten neredeyse 3 yıldır kaliteli uyuyamıyorum; bacaklarımdaki ve ayaklarımdaki kasılmalar nedeniyle sürekli uyanıyorum. Ama bu sefer, bir de heyecan girdi işin içine. Yine 3 yıldır, topluluk karşısında sunum yapmamışım; konuşurken hala takılıyorum. Öyle ki bir kelimeyi ardarda 4-5 kez söylediğim oluyor, heyecanlandığımda daha da abartılı bir hal alıyor, sinirleniyorum tabi, sinirlendikçe iyice beter oluyor. Böyle bir kısır döngü anlayacağınız. Bunları kafamda kura kura geceyi sabah ettim.

Cumartesi sabah 6'da kalktık. Hazırlandım. O arada Mervecim, kuzucum da geldi. Atladık arabaya, ver elini Centrum Haliç. Benim gibi herkes ilk kez gitmiş oraya. Çok şık, kaliteli, süper bir yer yapmışlar. Yemekleri güzel. Çalışanlar olması gerektiği gibi, yardımcı, bilgili ve ilgili. Özürlü tuvaleti de olsaymış dünya standartlarında bir yer diyebilirdim. 

Seminerde Seradar abi, Funda ve benim dışımda 20 katılımcı vardı. İkisi üniversite son sınıf öğrencisiydi ki çok taktir ettim, aferin çocuklara. Geri kalanlar belli seviyelere gelmiş, kimisi danışmalık firması sahibi, kimisi farklı sektörlerde yöneticilik yapan kişilerdi. Fotolar bana ulaşınca, paylaşırım.


World Café, yani benim bölümüm seminerin son bir saatindeydi. Bütün günün yorgunluğu, spotlar benim üzerimde parlayınca, uçup gitti. Eh, serde amatör tiyatroculuk da var, sahneye hiç dayanamam. Benim bölümümün bitimine yakın aşkım geldi. Kocama demişler ki, bu ne enerji, bu ne performans böyle!; kocam da 'Siz buna performas diyorsanız, ameliyattan önceki halini görmeliydiniz!' demiş. İşte böyle...

Nasıl olsa biz bizeyiz, itiraf ediyorum. Arabaya bindiğim an, yani saat 7 buçuk civarı, dağıldım, hala toparlanmaya çalışıyorum :)

3 Aralık 2009 Perşembe

Ebe - Sobe - Bir İki Üç

Takip ediyorsunuzdur herhalde, memlekette, her konuda olduğu gibi, bir 'ilaç' krizi yaşanıyor. 

Özetleyeyim, Sağlık Bakanlığı, sağlık harcalamalarında ilaç giderleri kaleminin öngördüklerinin çok üstüne çıktığını fark etmiş. İlaç sektörüne demiş ki, benim hasta olan vatandaşıma yapacağım ilaç desteği bu yıl için toplam falanca liradır. İlaçcılar da, bu rakamın üstüne çıkarsa, meblağın %60'ını biz, %40'ını da devlet, yani siz karşılasın, nasıl fikir, demişler. Sağlık Bakanlığı, yok demiş, biz %20'sini karşılayalım vs vs vs. Sonuçta anlaşamamışlar. Yabancı ilaç bulmakta büyük sıkıntı yaşayacağımız günler yakındır. Ama, ben başka bir şeye takıldım.

Eczacılar da bu krize müdahil olmuşlar. Ee, ne de olsa ilacı manavdan almıyoruz, değil mi? Diyorlarmış ki, ilaç fiyatlarının düşmesine kesinlikle karşı değiliz de, uygulama aylık net gelir bakımından küçük eczanelerin kapanmasına yol açar; burada yaklaşık 12 bin eczaneden bahsediliyor. Sağlık Bakanlığı da, yok canım o kadar eczane kapanmaz, diye bir yanıt vermiş eczacılara. Buraya kadar her şey fazla normal, değil mi? Ben bu noktadan itibaren koptum zaten. 

SGK'nın yanıtı şöyle devam ediyor: 
"Son iki yılda ilaç pazarı %40 büyüdü. Büyük şehirdeki eczaneler daha çok etkilenecek. Kapanma ihtimali olan eczane sayısı ise sadece dokuzdur."    
Aman canım kadeşim, hangi DOKUZ eczaneyse kapanma ihtimali olan, söyleyiver de hemen kapatıversinler bi koşu!

Eczanelerle ilgili bir yanlış uygulamayı da yeri gelmişken  yazayım.


'Parasız' denilen sağlık muayeneleri artık ücretlendirildi. Diyelim ki bir vatandaş gidip sağlık ocağında, devlet hastanesinde, eğitim hastanesinde, üniversite hastanesinde ve özel hastanede muayene olduğu zaman, devlet memuruysa muayene ücretinin bir kısmı maaşından kesilecek, kalanı da ilaçlarını almaya gittiği eczane tarafında ilaç parasıyla birlikte tahsil edilecek. Yok eğer devlet memuru değilse, muayene ücretinin bir kısmını hastaneye ödeyecek, kalan kısmı eczaneye gittiğinde ilaç faturasına ilave edilerek tahsil edilecek.


Bu durumda şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: eczacı vermediği bir hizmetin - vatandaşı eczacı muayene etmemişti hatırlarsanız - parasını tahsil ediyor. SGK'da geliyor, eczaneden bu parayı tahsil ediyor. Muayene ücreti diyelim 10 lira olsun, ilaçlarınız da, olamaz ama hadi neyse, 10 lira olsun, eczacı sizden 20 lira alıyor. Üç güne kalmadan SGK gelip eczacıya, aslında hastaneye ödemeniz gereken 10 lirayı 'çık mangırları' diyerek alıyor. Böylece eczacıda hakkı olan 10 lira kalıyor. Bilinçli vatandaş fiş alırsa, zavallı eczacı hakkıyla aldığı 10 liranın değil, aslında kasasında hiç olmayan 20 liranın vergisini ödüyor. Nasıl ama?


Daha bitmediii! Diyelim vatandaş bu sefer doktorun yazdığı ilaçları almak istemedi, eczaneye gitmedi. Eli mahkum bir gün gidecek. İşte o gittiği gün ebeleniyor. Sistemde taa ne zaman hangi hastaneye gittiği, ilaçlarını almadığı gözüküyor. Geçen sefer(ler)den kalan, hani eczanenin tahsil etmesi gereken muayene ücret(ler)i vardı ya, eczane onu da bu muayene ve ilaç faturasına ilave ediyor.

Ve SGK bağırıyor "SOBEEEEE!"




Beynimin kullandığı alan genişleyince daha zeki olabilir miydim?

İnsan, bir şeye 'rektifiye' yani 'yeniletme', 'bakım' yaptırınca, daha iyi çalışacağı gibi bir beklentiye kapılıyor, ama her zaman umulan sonuç gerçekleşmiyor. 10 Eylül 2004 Cuma günü yaptırdığım 1. beyin rektifiyemde umulan sonuç kısmen gerçekleşmişti. Evet, henüz 1 milyar 118 milyon 305 bin 86 ile 3'ü kafadan çarpıp sonucunu söyliyemiyordum ama, artık her şeyi daha net, daha açık 'görüyordum'... Ne de olsa, görme alanım genişlemişti :) Beynimin, çıkartılan tümörün kapladığı alana yayılarak daha da zeki olmamı sağlamasını ilerleyen günlere bırakmıştım. 


Ufacıcık problemim de olmasa, rektifiye yaptırdığıma değmiş olacaktı: felç kalmıştım. Şaka bir yana, geçici olduğuna inandığım için çabuk toparlayabilmiştim kendimi. Yoksa nerdeee!? Doktorlarım yoğun bakımda beni görmeye geldiklerinde, Ali Çetin Sarıoğlu ameliyatın başarılı geçtiğini anlattı, kendimi nasıl hissettiğimi sordu. Yanıt olarak, ameliyattan önce konuştuğumuz felç olma durumunun gerçeştiğini bir çırpıda anlatıp, sabırsız bir yaratık olduğumu kanıtlarcasına, fizik tedaviye ne zaman başlayabileceğimi sorunca, 'Anlaşıldı' dedi gülerek, 'Yarın kata çıkarıyoruz seni.' 


O gece ve ertesi gün gerekli işlemler tamamlanıncaya kadar yoğun bakımdaki doktor, hemşire, hastabakıcı ve daha kim varsa artık herkesi eğlendirdim, güldürdüm. Elimdeki en güçlü formül buydu, felcin 'geçici' olmasını sağlamak adına harcayacağım enerji için: eğlenmek, gülmek. Allahtan kötü bir olay da yaşanmadı yoğun bakım ünitesinde, ben enerji depolarken.


Ameliyattan önce kaldığım o müthiş boğaz manzaralı odaya geri dönüyorum sonunda. Yoğun bakım sedyesinde zafer kazanmış komutan edasıyla, kat hemşirelerinin gülen yüzleriyle hoşgeldin karşılamasını kabul ediyorum; annem, ablam, kardeşim, teyzem, kuzenler, aşkımın annesi, babası.... Hoop, geri sar, sar geri! Kardeşim mi? Onun Amerika'da olması gerekmiyor muydu yav?