Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Ağlamak, Sezen Aksu'nun şarkısındaki gibi güzel değildir!

Geçen hafta Pazar günkü yazımdan sonra elim gitmedi devamını yazmaya. Ne ve nasıl yazacağımı düşünürken, yazarken, kontrol için okurken, gramer ve harf hatalarını düzeltirken, düzeltilmiş metni tekrar okurken salya sümük ağladım. Gözlerim patlamış kırmızı domates oldu. İçim dışıma çıktı ağlamaktan. Aşkım isyan etti, bırak yazma artık, diye. 'Ona ağlamıyorum' dedim.

'Ona' ağlamıyorsam neye ağlıyordum? Evet, olayları yeniden hatırlamak, o günleri tekrar yaşamak ağlatmıştı beni. Tam bir giriş, gelişme, sonuç. Ağlama eylemimin giriş ve gelişme kısımları beyin rektifiyeme neden olanlar, o sırada yaşadığım olaylar ve en nihayetinde ameliyat için olabilirdi. Fakat, sonuç kısmından çok emin değilim. Demek istediğim, sadece bunlara mı ağlıyordum, emin değilim.

Bu yaşadığım duygu patlaması, beni o kadar değişik yerlere götürmüştü ki... Mesoş'a; üniversite sınavlarına hazırlanırken kursa gitmeyişime; annemin itirazlarını dinlemeyerek, iki kez üst üste perma yaptırıp saçlarımı yakmama; ilkokul 5. sınıfta yeni okulumdaki öğretmenin avucuma cetvelle hıncını alırcasına vurmasına; ameliyattan çok önce, çok rahat olan ama lime lime olmuş, attığım ayakkabıma; on yıllarca önce İtalyanca dil kursunu, sırf rahatıma düşkünlükten bıraktığıma; üniversiteden bir arkadaşımın Avusturalya'da ayarladığı staja gitmeyişime; Cuma günü evimizi temizleyen kadına pilav yaptırmadığıma... Ve kendime... Bir boka yaramayan bir insan olduğuma... Hayatımda elle tutulur, gözle görülür hiç bir başarım olmadığına... Kimseye bir faydam dokunmadığına...

28 Ekim 2009 Çarşamba

Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi, Cumhuriyetin 86. yaşı için

Cumhuriyet Bayramı'nı kutlayabiliyoruz, bugünlük.

Aman ne kutlama! Bir yandan açılım ayakları ile terör örgütü üyeleri güle oynaya sınırımızdan içeri alınıyorlar, öbür taraftan şehit yakınlarının kurduğu çeşitli derneklerin üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ellerinde Türk bayraklarıyla girmek istedikleri için, içeri alınmıyorlar!

Aman ne kutlama! Günlük gazetelerin ön sayfasına bir bakın, hangisi, çocukluğumdaki gibi, tam sayfa ve tüm yazarlarıyla Cumhuriyet Bayramımızı kutlamış? Bu kutlamanın ne kadar yerinde ve haklı bir kutlama olduğundan bahsetmiş? Sür manşette yazılan uyduruk bir 'Kutlu olsun' mudur bu işin hakkı? Her şeyi olduğu gibi, cumhuriyetimizi de çarçabuk tükettik!

Aman ne kutlama! Bazıları için, farkında olmayarak bile olsa, 29 Ekim tarihinin Cuma ya da Pazartesi'ne denk gelmesi, günün anlamından daha önemli hale gelmiş. Bazıları da, Seda (Sayan) es kaza haber vermezse, bugünün ne olduğunu bile bilemez...

"Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı. Şartlardan, ihtiyaçlardan, imkanlardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı'dan borca batık bir miras kalmış." Bunlar Turgut Özakman'ın tümceleri. Yeni kitabı 'Cumhuriyet, 1922-1938' kitabının arka kapağından. Eleştirmeden önce, cumhuriyetle ilgili, o günlerle, cumhuriyeti kuranlarla ilgili bu gerçekleri kim, ne zaman hatırlayacak, merak ediyorum.

Cumhuriyet Bayramımızı kutlarken, Atatürk'ün gençliğe hitabesini bir kez daha, bugünleri düşünerek okumanızı öneriyorum.

25 Ekim 2009 Pazar

1. Beyin rektifiyem: 10 Eylül 2004 Cuma

9 Eylül 2004 Perşembe gününe gelmeden önce bir şey daha anlatacağım: ofisteki partide arkadaşlarımdan biri bir şey sordu: ameliyat için saçlarımı kazıyacaklar mıydı? Bunu şimdiye kadar hiç düşünmemiştim! Kazımasına kazısınlardı da, peruk almamıştım ki! Neyse canım, onu da sonradan alırdık rengarenk, pembesinden yeşiline kadar; Beyoğlu, Taksim perukçu kaynıyordu.

9 Eylül sabahı uyandıktan sonra, aşkımla hastaneye götüreceğim eşyaları valize yerleştirdik. Öğlene geliyordu Amerikan Hastanesi'nde yatış işlemlerim yapılmıştı. En üst katta, şahane boğaz manzarası olan bir süit odaya yerleştik. Hasta ilişkilerinden sorumlu Semra Erkanlı çok cana yakın, çok yardımcıydı. Görme alanı taramasından, kan tahlillerime varıncaya kadar pek çok işlem yapıldı. Akşamüstü birer birer gelmeye başladı eş dost. Odam balonlarla ve oyuncaklarla doluydu. Bir ara, harika bir boğaz manzarasına sahip bir eğlence mekanındayım sandım. Ama öyle bir yerde olmadığımı 'parti' bitip, odada annem, ablam ve aşkımla baş başa kaldığımda anladım. En çok o an korktum, ne yalan söyliyeyim. Kafatasımı açacaklardı. Beynimle, yani yaşadığımın kanıtı olan en birincil parçamla oynayacaklardı. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki?

Bu arada büyük atladığım bir şey daha var: kardeşime nasıl ve ne zaman haber verdim. Düşündük ki, Yasemin'e en son söyleyelim. Ne de olsa doktorasını yapıyor, bir de bunu takmasın kafasına. 8 Eylül'de aradım kardeşimi. Durumun ciddiyetini hafifleterek, küçük ama acil bir ameliyat olacağını, yarın hastaneye yatacağımı ve Cuma günü de operasyona gireceğimi söyledim. Gelmeye falan kalkmasındı. Epey konuştuk, istedim ki emin olsun ciddi bir şey olmadığına. Sesim ve konuşma tarzım da zaten bunu destekliyordu.

10 Eylül 2004. Hastanede yattıysanız bilirsiniz, sabah kaçta ve nasıl uyanıldığını. En son durumu görmek için MR merkezine indirdiler ve MR çektiler. Saat 11 civarıydı kat hemşiresi yanında ameliyathane görevlileriyle odaya girdi, ve 'Evet, Dilek hanım. Sizi ameliyathaneye indireceğiz şimdi.' dedi. Tuvalete girmek için zamanım var mıydı? Evet zamanım vardı da, tuvalete girdiğimde sanki tonlarca işeyecekmişim gibi dolu hissettiğim mesanemden gram çiş çıkmadı. Bekledim ama, yok oğlu yok. Tuvaletten çıkınca hemşireye: 'Çişimi yapamadım.' dedim. Önemli değil gibilerinden bir takım laflar etti galiba ama kulaklarımın uğuldamasından, beynimin zonklasından duyamadım; zaten önemi de yoktu artık. Ameliyathane elbisemi giyindim, ameliyathane sedyesine çıktım az bir yardımla. Sedyeye yatmadan önce boneyi taktırdılar kafama. Sedye odadan çıkıp hastanenin ameliyathane asansörüne doğru ilerlerken ablama ve aşkıma kilitlendim. İşte tam da bu nedenle kimseyi istememiştim!

Neyse ki ağlamaya başlamadan asansör geldi ve kapı kapandı. Derin derin nefes alıp verdim yol boyunca. Ameliyathanenin ön giriş bölümünde kat hemşiresi dosyamı ameliyathane görevlisine teslim etti. Sedye ve ben ameliyathaneye doğru ilerlerken anestezi doktoru geldi, kendisini tanıttı. Sonunda ameliyatımın yapılacağı yerdeydim. Ne kadar soğuktu burası böyle! Tepemde neredeyse ben kadar büyük bir lamba desem değil, aydınlatma aracı vardı. İnsanlar sürekli bir şeyler konuşup, oraya buraya gelip gidiyorlardı, ama herhangi bir telaş havasında değil. Çevredeki aletlerin ışıkları kırmızı, sarı, yeşil renkli yanıp sönüyordu; bazıları da bipleyerek, belki de ikaz veriyorlardı. O sırada doktorum Ali Çetin Sarıoğlu geldi, 'N'aber Dilek?' dedi, her zaman ki gibi gülümseyerek. 'Biliyor musunuz, çok iyiyim. Siz hiç merak etmeyin. Çok başarılı bir ameliyat olacak.' dedim. Sonra da ekledim: 'Yanlız arkadaşlarımın sizden bir ricası var.' Şaşırarak sordu: 'Neymiş o?'

'Fabrika ayarlarımla oynamayacakmışsınız!'

24 Ekim 2009 Cumartesi

8 Eylül 2004: 1. Beyin ameliyatı geri sayım başladı

8 Eylül Çarşamba günü, biraz uzun bir öğle tatili yaparak hastane alışverişlerimi tamamladım.

Pijamalarımı alırken, katater takılacağı için kısa kollu, sonda takılacağı için kısa paçalı olanlarını tercih ettim. Allahtan Eylül başındaydık da, kış sezonu henüz tam olarak başlamamıştı; dolayısıyla zorlanmadan kolay buldum. Aldığım üç set pijama takımına uygun bir sabahlık, iç çamaşırları, terlik, soket çorap derken ihtiyacım olan herşeyi aldım. Mesai bitimine yakın iş arkadaşlarım beni toplantı odasına çağırdılar. Gittiğimde bir baktım, tam bir parti hazırlamışlar, hediyeler almışlar! Süperdi! Çok eğlendik, gerçekten. Teşekkür konuşmamın sonunda, Cuma günü hiç kimsenin hastaneye gelmemesini rica ettim. Ameliyat öncesinde duygusal anlar yaşanır, bugüne ve buraya ait neşe dolu anıların tılsımını yanımda götüremem diye... Ve 'Dönüşüm muhteşem olacak!' diye kocaman, artistik bir de laf attım ortaya :)

2004'den 1,5 - 2 yıl öncesinde kaliteli bir MBA eğitimine kafayı takmıştım. Türkiyedeki üniversitelerin MBA programları ile yurt dışındaki iyi üniversitelerin MBA programları arasında çok farklar vardı. Türkiye'deki programlar o günün iş dünyasının ihtiyaçlarına hitap etmiyorlardı. Yabancı okulların MBA programlarını başka ülkelerde de uyguladıklarını görünce, 'neden Türkiye'ye de gelmesinler?' diye düşündüm, ve bunu projelendirdim. Eğitim ve danışmalık hizmeti veren birkaç şirkete ve yatırımcıya projemi sundum. Ve nihayetinde birisiyle anlaşmaya vardım. Hollandalı Erasmus University, Rotterdam School of Management(RSM) da fikrimi çok beğenince, İstanbul'da RSM'in Executive MBA programını ortaklaşa başlattık. Burada birkaç satıra sığdırdığım projem ne kadar kolay gözüküyor, değil mi?

İşte, ilk beyin ameliyatımın yapılacağı sıralarda RSM ile ortak yürüttüğümüz Executive MBA programının yöneticiliğini yapıyordum. Ameliyat olmam gerektiğinin ortaya çıktığı günlerden birinde, MBA programında Finans Yönetimi dersi vardı. Tesadüfen, Hollanda'dan gelen profesör Jan Vis'in eşi de beyin ameliyatı geçirmiş, tümörünü aldırmıştı ve o da İstanbul'a gelmişti kocasıyla birlikte. Ne var ki, ameliyat sonrasındaki süreç iyi gitmiyordu. Durumumdan haberdar olan Jan, istersem eşinin benimle görüşmeye hazır olduğunu söyledi. Ben, çok teşekkür etmekle birlikte, henüz buna hazır olmadığımı söyledim Jan'a. Birbiriyle tıpatıp aynı semptomları gösterse de, herkesin durumunun kendine has olduğunu biliyordum, ama yine de böyle bir ameliyattan önce etkilenmek istememiştim. Sonuçta, hangi hastalık olursa olsun, iyileşme sürecine moralin etkisi yadsınamaz bir gerçekti.

Geçenlerde MBA öğrencileriyle buluştuğumuzda, ameliyatımı kendilerine nasıl söylediğimi hatırlattılar. Ders aralarında terasta çay, kahve, kurabiye servis ediyorduk. Program yöneticisi olarak, her derste orada bulunuyordum ki, bir aksaklık yaşanmasın. Ders bittiğinde, öğrencilere - öğrenci dediysem, hepsi iş hayatlarında belli konumlara gelmiş profesyoneller - 'Bir süre sizlerle birlikte olamayacağım.' diye başlayan bir açıklama yapmışım.

22 Ekim 2009 Perşembe

Bir devlet, iki millet

'İki devlet bir millet.'

Diyor ülkenin şimdiki yöneticileri. Geçmiş yöneticiler de söyleyegelmişlerdi aynını. Bu söylemin başlıca nedeni, sanıyorum, Azerilerin de Türk halkı olarak kabul edilmesi. Anlaşılan o ki, Azerilerin buna bir itirazı yok.

'Ne mutlu Türk'üm diyene!'

Ülkenin şimdiki yöneticileri diyor ki, bu ırkçı, ayrımcı ve neredeyse rencide eden bir laf; önceki yöneticilerden farklı olarak.

Bir yandan, bu memlekette bile doğmamış olanları, hatta Çin'e bile uzanarak 'Türk' kabul edeceksin; diğer yandan 'Türk' olmanın ne kadar gururlandırıcı olduğunu belirten bir lafı ayıplayacaksın, sileceksin dağdan taştan.

Sonra, bekleyeceksin ki cümle alem ve tabi ki Türk olduklarını söylediklerin - Azeriler, Özbekler, Kafkaslar, Uygurlar vb - diğer konularda söylediklerinin samimiyetine inansın.

Sabah sabah kafama takıldı da...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Doğa İçin Çal Projesi

Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.



Süper bi hareket! Lafta da olsa destekleyenler arasında Çevre ve Orman Bakanlığı'nı görememek ne kadar acı!

Bilgilendirme için teşekkürler sevgili Yavuz :)

Avrasya Maratonu'na gölge düştü - sahne 1, çekim 1

Pazar günü yazacaktım, unutmuşum. 19 Ekim günkü gazeteleri yeni okumaya başladım. O zaman hatırladım. Hani kahvaltıda maraton olduğunu anlamıştık ya, aradan epey zaman geçtikten sonra elli bin türlü polis sireni ve megafondan gelen bir takım anonslar duyduk. Nedir diye baktığımızda, polislerin köprüde son kalan maratoncuları topladığını gördük. Tabi geyikler hemen başladı bizde:

- Siz sarışın bayağn, yok sen diil öndeki, gelin bırakiim sizi...

- Birader amma yavaşsın haa, bak kaldırıcam şimdi bariyerleri, yapışıcan sinek gibi ilk gelen arabanın camına!

- Koşacaz diye sıçtınız lan Pazar'ımın içine! Şimdi bi coplayıcam, rekor nası kırılıyo annıycanız!

- Arkalarından tazyikli suyu basalım da çabuk bitsin, derim ben. Nası fikir?

Kadir Topbaş'ın açıklamalarından sonra intihar etmeye karar veren vatandaşlardan azıcık daha ince düşünmelerini rica ediyorum. Yok yok, gene intihar etsinler de, İstanbul'umuzun hangi köşesinde güzide büyükşehir belediyesinin bir etkinliği yoksa, orayı tercih etsinler. Yoksa Kadir Topbaş darılıyor, benden söylemesi.


http://www.stargazete.com/guncel/maratonda-intihar-soku-haber-219895.htm

19 Ekim 2009 Pazartesi

Mösyö İbrahim ve Kuran'ın Çiçekleri

Eric-Emmanuel Schmitt'in çok satan romanı, 2001'de 'Fransız Akademisi' büyük ödülünü kazandı.

2003 yılında filmi de yapıldı. Başrol oyuncusu Omar Sharif'e, Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülünü getirdi. Film ayrıca "En iyi yabancı dilde film" dalında Altın Küre'ye aday gösterildi.

Yandaki anketin felsefesini Mösyö İbrahim'den ödünç aldım. Öyle sadece okumakla olmuyor bu işler, parmaklarınız çalıştırın biraz. Amma nazlandınız ya, altı üstü ankette bir şıkkı tıklayacaksınız :))



Anneme sürpriz doğum günü partisi

Geçen hafta anneme yapacağımız sürpriz doğum günü partisiyle uğraştık. Uğraştık derken, ben pek bir şey yapmadım. Annemin küçük dayısı ve kuzenlerini davet etme, pastayı sipariş etme ve Cumartesi yani dün sabah annemi evden çıkarma işi benimdi.

Mesoş'un yani anneannemin yedi kardeşinden hayatta kalanlar annemin küçük dayısıyla, kardeşlerin en küçüğü olan teyzesi, ne yazık ki. Teyzesi Ankara'da yaşadığı için ona haber vermedik. Annemin dayısını ve İstanbul'daki kuzenlerine telefonla haber verdim. Dayım, yengem alzheimer hastası olduğu için söz veremedi. Kuzenler de öyle.

Birkaç gün önce anneme Cumartesi sabahtan beni kuaföre götürmesi gerektiğini söylemiştim zaten. Sabah hazırlanırken ablam aradı ve 'annem hazırlanmıyo, al bi konuş' dedi, telefonu anneme verdi. Ben, hadi hadi diyerek annemi hareketlendirdim. Zira, annem evden çıkınca Yasemin gelecek, ablamla parti alışverişini yapacaklar. Annem Yasemin'in geldiğini bilmiyordu daha. Neyse, aşkımla gittik annemi aldık, bizi kuaföre bıraktı. Annemin de boyası geldiği için seninkini de boyatalım, deyince itiraz edemedi. İkimizi bir güzel boyadı kuaförüm. Annemin saçının kesimini düzelteyim derken, yeni bir kesim yaptı, ama çok güzel oldu. Ben de istiyordum saçımı kestirmek, çok şekilsiz olmuştu artık. Benimkini de kesti. Böylece saati 12.30 yaptık. Atladık taksiye, geldik eve.

Kapıyı Yasemin açınca annem çok şaşırdı ve sevindi. Arkasında Umut'u ve Melih'i (enişte)görünce iyice şaşırdı. İçeri girince baktı ki sofra tam donanımlı, daha da şaşırdı. Belli ki bir şey dönüyor ortada. Ablamı salondan içeri odaya çekerek, 'Nişan mı takacak bu çocuklar yoksa?' diye sormuş, o arada ben üstümü değiştiriyordum. Ablam yuvarlak laflar ederek durumu ayarlamış. Sonra benim yanıma geldi, 'Ama böyle habersiz... Ne takacağım ben şimdi? Olmadı...' dedi. Ben de 'Amaan anne, boşver takıyı tukuyu.' dedim. 'Kimler geliyor?' diye sorunca, 'işin o kısmını ben hiiiç bilmem. Benim görevim seni bu sabah evden çıkartmaktı, onu da başardım. Diğer detayları hiç bilmiyorum.' dedim. Baktı ki kimseden laf çıkmıyor, Melis'i çekmiş kenara ona soruyor, ne oluyor, kim geliyor, diye. Canımın içi koşarak geldi bize, 'Bana da sordu ama hiç bişi söylemedim.' diye. Ablama 'Dayımda burda olsun isterdim.' deyince, 'Çağırmadığımızı nerden biliyosun ki?' diye çok uygun bir yanıt almış :)) Bu tarz konuşmalar böyle sürdü gitti. Herkes hazır olduğunda salonda oturup beklemeye başladık. Saat 2'yi biraz geçe önce ablamın cep telefonu çaldı, bir şeyler konuştu, kapattı. Derken kapı çaldı. Ablam kamerasıyla apartmana çıktı. Annem kapıda misafirlerini karşılamak üzere yerini aldı. İlk misafir asansörden inince annem önce 'Aaa' diye bir hayret çığlığı attı; misafiriyle beraber karşılıklı 'Canım, canım benim' diyerek birbirlerine sarıldılar. İlk gelen kişi annemin kolejden arkadaşı Baha Boduroğlu idi. Her ikisi de göz yaşları içinde eve girdiler. Hal hatır sorulduktan sonra, annemin kafası karıştı, Yase'nin nişanında Baha'nın işi neydi? Sonunda olay açığa çıkınca 'Aman be çocuklar!' dedi, kocaman gülerek.

Bu arada, annemizle ilgili bilmediğimiz neler öğrendik Baha amcadan: Kolejdeyken ikisi birlikte bir piyes sahnelemişler: sadece ikisi ve dekor olarak da bir sıra ve bir iskemle. Oyunda iskemleyi kah araba kah evdeki koltuk, sırayı kah manav-çiçekçi tezgahı, kah parktaki bir bank olarak kulandıklarını kahkahalarla birbirlerine hatırlattılar. Ayrıca, Sefiller'de rahibin şamdanlarının çalındığı bölümü, üstelik İngilizce olarak sahnelemişler. Annem, rahibin kızkardeşi rolünü oynamış. Sonra, televizyonun yayına ilk başladığı dönemlerde Maçka'daki İTÜ Maden Fakültesi'nde, İTÜ yayınlar yapıyormuş. Bizim bu ikili o TV yayınlarında sayısız oyunla kameranın karşısında geçmişler. Ne muhteşem! Bravo anneciğim!

Baha amcanın bir toplantısı olduğu için fazla kalamadı. O gittikten sonra diğer konuklar gelmeye başladı. Hele birisi vardı ki, önce annemin iş arkadaşı oldu, ardından ablamın biyoloji öğretmeni oldu, sonra benim. Bitmedi, kızıyla Yasemin tesadüfen Anadolu lisesinde aynı sınıfta okudular ve birbirlerinin en iyi arkadaşları oldular. Üniversiteden arkadaşları, diğer iş arkadaşları ve öğrencileri, Suat dayı, Hülya annem, İnci teyze de sürprizin bir parçası oldular.

Çok güzel oldu, hep birlikte çok eğlendik. Tam bir 65.ci yaş kutlamasıydı. Benimkini de böyle yapın kızlar :))

18 Ekim 2009 Pazar

Avrasya Maratonu



Bugün Avrasya Maratonu varmış meğer.

Yasemin burada olduğu için sabahtan gittik anneme. Kahvaltımız bitmeye yakındı, bazı sesler galdi kulağımıza. Yakından gelmiyordu, ama duyulacak bir mesafedeydi. Sanki birileri slogan atar gibiydi. Nedir acaba diye balkona çıkınca gördük. Köprü insan kaynıyordu. Sesler de oradan geliyordu. Ne dedikleri anlaşılmıyordu ama, belli ki kalabalık grup aynı anda bir şeyler söylüyordu. Marş mı diye duymaya çalıştık ama olmadı. Eğer rüzgar ters yönden esmeseydi kesin duyardık.

Köprünün, insanlar yürürkenki fotoğrafını çekmiştim ama buraya yükleyemiyorum. Sürekli bir hata mesajı veriyor. Gözlerim kapandığı için yarın tekrar deneyeceğim.

16 Ekim 2009 Cuma

Beynimi size emanet ediyorum.

7 Eylül Salı günü öğleden sonraydı Necmettin Pamir'le randevumuz.

Aşkım Koşuyolu'ndan ofisinden geldi, ofisimden - Beşiktaş'tan aldı beni. Kozyatağın'daki Acıbadem Hastanesi'ne gittik. Randevumuzdan 15 dakika kadar önce gelmiştik. Daha önce bu hastaneyi hiç kullanmadığımız için beklerken kaydımı da yaptılar. Nasıl olduysa, Necmettin Pamir'in her 5 dakikada bir randevusu olduğunu gördük, ve birbirimize baktık; doğru olabilir mi gibilerden. Dedim ya 15 dakika kadar erken gelmiştik diye, Necmettin Pamir'in yardımcısı bizden önce iki farklı hastayı aldı odaya. Bu kadar kısa zamanda ancak hastaya adını sorabilirdi, en azından benim şimdiye kadar gördüğüm doktorlarda olay böyle olmuştu.

Sıra hemencecik geliverdi bize. Girdik doktorun odasına. Yazı yazıyordu, ara vermeden, başını bile kaldırıp yüzümüze bakmadan MR varsa görmek istediğini beyan etti. Verdik. MR'larımı arkasındaki ışıklı panoya dizdi, baktı. Tek kelime etmeden çıkardı panodan ve hastanın hangimiz olduğunu sordu. Ben olduğumu anlayınca, bana bakarak yapılacak bir şey olmadığını söyledi. O kadardı. Aşkımla ben, başka doktorların ameliyat olasılığından bahsettiklerini büyük bir şaşkınlıkla itiraf ettik.

'Ben bu hastaya dokunmam. Ameliyat yapabileceğini söyleyen de alenen masturbasyon yapıyordur.' dedi.

'Peki, nedir, böyle mi kalınacak?' diye ısrar edince, lütfedip biyopsi yapacağını, ne olduğuna bakacağını ama ameliyat etmeyeceğini söyledi. Biz biraz daha üsteleyince, 'Diyorum ya elimi sürmem, zaten işim başımdan aşkın, hastalarım çok...'. O kadar çok sinirlenmiştik hızla çıktık odadan. Böylece, her beş dakikada bir nasıl hasta baktığını anlamış olduk!

Diyelim ki söylediği doğruydu, ameliyat ederim diyenler kendilerini tatmin ediyorlardı. Diyelim ki onun dediğine inandım, ameliyat olmadım. Bu, bile bile ölümü beklemek değildir de nedir? Bir insan nasıl böyle teslimiyetçi bir karar verebilir? Diğer insanları bilmem ama, ben yapılabilecek herşeyi denemek isterim. Hani kanser hastaları gönüllü olarak yeni gelişmekte olan ilaçları deniyorlar ya, işte bu umut adına yapılıyor. Ben de, masturbasyon yapmak için bile olsa, ameliyat ederim diyen doktora ameliyat olurum. Arabada giderken bunun hesabını yaptım. Kısa vadede kör olma durumu, kısa veya uzun vade de... Kararımı vermiştim, kör olmayacaktım, ameliyat olacaktım! Aşkımla doktorları bir kez daha gözden geçirdik. Zaten iki doktor vardı düşünülebilecek Orhan Barlas ve Ali Çetin Sarıoğlu. Carrefour'da Boyner'e gittik, bir pijama takımı aldık.

Akşam eve gelince ilk iş cep telefonundan aradım Ali Çetin Sarıoğlu'nu. 'Beynimi size emanet ediyorum.' dedim. 'Tamam, yarın gel.' dedi. 'Yok, yarın olmaz, cuma gününü düşünmüştüm ben, hem daha hastane alışverişimi yapmadım.' dedim. Güldü. 'Tamam o zaman, perşembe yatışını yaparız, cuma da ameliyatını.' dedi. 'Anlaştık.' dedim. Telefonu kapattık.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Yarından Sonra

İnternette yapılan sosyal bir etkinlik, Blog Action Day. Her yıl önceden belirlenen bir günde, bu etkinliğe kayıt olan bloglarda belirli bir konuda yazılar yazılıyor.

Bu yılki, 15 Ekim 2009'da. Konu 'İklim Değişikliği' olarak belirlenmiş.

Biliyorsunuz, güvenilir blog'da misafir yazarlık yapıyorum. Bu etkinlikte yer alan  'Yarından Sonra' filmi yorumlarımı buradan okuyabilirsiniz.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Tenin ne renk?

Beyaz derililer

Siyahi derililer

Sarı derililer

Kızıl derililer

Kahverengi derililer


Bence olay şöyle oldu:

Düşündü ki, ne söylese millet yiyo, ne yapsa alkış alıyo. Kimsenin gıkı çıkmıyo, daha doğrusu çıkamıyo çünkü ööle bi cezalar kesiyo, ööle bi davalar açıyo ki... Ulan, dedi kendi kendine, ben, dedi, bi de 'renk' olayına giriyim, dedi; bakalım nolcek, dedi. Bunu da yutarlarsa, valla da billa da Aziz Nesin az bile sölemiş olcek, dedi kendi kendine. Bence. Şahsi fikrim bu yönde. Bi nevi denek muamelesi yani.

"Bu ülkenin her bir vatandaşı birinci sınıf vatandaştır. Rengi ne olursa olsun, düşüncesi ne olursa olsun birinci sınıftır."

Ve R.T.E., Yıldız Teknik Üniversitesi'nin 2009-2010 Akademik Yılı Açılış Töreni'nde böylesine ayrımcılık içeren sözler söyledi.

Bir yandan da, haksız sayılmaz yani.

Bembeyaz tenlilerimiz var, 'Beyaz Türkler' deniliyor onlara. Sarı tenlilerimiz var, kısaca 'Veremli o, veremli' deniliyor. Kahverengi derili olanlarımız da var, tarlada 40 derece güneşin altında çalışmaktan, kara-kuru olmuşlar artık. Kendilerine 'Köylü' adı verilmiş.

Siyahi derililerimiz de var, çok şükür. Onlar da 'Biz Türkiye'nin zencileriyiz' diye bir grup adı bulmuşlar kendilerine.

Valla benden bu kadar. Kızıl derililerle ilgili mantıksal açıklamayı da Bakanlar Kurulu'dan bekliyoruz hep birlikte.

6 Ekim 2009 Salı

Annecim seni çoook seviyoruuuum!

Biliyorsunuz, ya da bilmiyorsunuz, 2,5 yıldan daha uzun süredir iş hayatından kopmuş durumdayım. Bunun çok iyi olan taraflarının yanında, şimdi bahsedeceğim çok ama çok kötü bir tarafı da var.

İş hayatındaki insan, hiç değilse, toplantısı var olduğu için bugün günlerden ne, hangi aydayız, hatta saat kaç diye takip ediyor. Ben bunlardan da kopmuş durumdayım. Hakkımı yemeyeyim, üç aşağı beş yukarı saatin kaç olduğunu söyleyebilirim; o da saatli ilaç içtiğimden. İlacımı içtiğim zamanı düşünüp, şimdi saat 6'dır diyebiliyorum, örneğin. Haydi günleri de tedaviye gittiğim günlerden yola çıkarak söyleyebildiğimi farz edelim. Ama hangi aydayız, ayın kaçı, kafadan şak diye söyleyemem. Doğru ve tam söyleyebilmem için illa bir dış destek almam lazım, gazete ve cep telefonu gibi. Kol saati denen bişi var derseniz, onu kullanmam. Birinci beyin rektifiyemden sonra saat takmama kararı aldım. Sanki kolumda saat olmazsa, zamanın akışına hükmedecekmişim gibi gelmişti o zamanlar. Hala da takmam kol saati...

Bunu yazıyorum çünkü dün annemle telefonda konuşmamıza rağmen doğum gününü kutlamadım. Çünkü ayın kaçı olduğunun farkında değildim. Evet, aylardan hangisi olduğunu biliyordum da, ayın kaçı olduğunu...

Diyeceksiniz ki ilgisizsin, alakasızsın, insan annesinin doğum gününü atlar mı? Ne yalan söyliyeyim, başkası olsa ben de aynını söylerdim. Ama bu bildiğiniz ilgisizlik, alakasızlık değil; başka bir şey. Sanki tarihin, günün hangisi olduğuna boş vermişlik gibi, ama tam o da değil. Bilmiyorum, ya da biliyorum da anlatamıyorum...

Ama çok iyi bildiğim bir şey var, o da annemin beni hoşgördüğü.

Anneciğim, seni çok seviyorum; iyi ki doğdun :)



http://www.gustavklimtcollection.com

4 Ekim 2009 Pazar

Bir de hoşgörüsüz olsak halimiz nice olurdu?

Radikal'in bu günkü manşetinden:

R.T.E.: '(..)Bu topraklarda hoş görülmeyen yegane şey hoşgörüsüzlük.'

Hangi topraklar? Bu topraklar.

Yani? R.T.E. nereyi kastediyor bilemedim, ama mantıken Anadolu toprakları yani Türkiye sınırlarının içi olması lazım.

Türkiye'de hoşgörülmeyen yegane şey, yani biricik, tek şey hoşgörüsüzlükmüş.

Diğer herşeyi bir kenara bırakın, bunları sadece karikatürleri yapıldı diye çizeni, dergiyi kısacası önüne geleni dava eden birinden duyunca kulağa daha da komik gelmiyor mu, daha da anlamsızlaşmıyor mu?

Aslında aynı gazetedeki büyüklü küçüklü haberlere sırasıyla bakınca, pek de yalan-yanlış sayılmaz gibi gözüküyor.

İkizdere'ye doğayı yok etme pahasına 3 Hidroelektrik Santrali yapılacakmış. Hoşgörüyoruz. (Sf.3)

Dünya Bankası Başekonomisti Gill, yoksulluğun her yerde artacağını, Türkiye'de işsizliğin iki katına çıktığını söylüyor. Biz ne yapıyoruz? Artan işsizliği hoşgörüyoruz. (Sf.4)

Başbakan Yrd. A. Babacan, İslam Konferansı Teşkilatı toplantısında yaptığı konuşmada, ekonomik krizde çok ciddi risklerin devam ettiğini söylüyor, teoride neler yapılması gerektiğini bir bir sıralıyor. Hükümete bunlardan hangilerini yaptığını sorduğumuzda alacağımız her yanıtı hoşgöreceğiz; herhangi bir yanıt almama durumumuzu bile... (Sf.5)

Beşiktaş Barbaros Meydanı'nında aşırı hızla giderken kontrolünü kaybederek, kaldırımda yürümek gibi bir gaflet içindeki Elbruz Bilge'yi öldüren minibüs sürücüsünü, ona ehliyet verenleri de yine hoşgörüyoruz. (Sf.10)

'Kürt açılımı' hakkında düşüncelerini açıklayan Avşar kızına soruşturma başlatılmasını da, 'jet takipsizlik' kararı verilmesini de hoşgörüyoruz. (Sf.11)

Bir düğünde hava açılan ateşi hoşgörüyoruz, ve 6 yaşındaki kızımızı başından vuran magandayı ne yapıyoruz? Tabi ki onu da hoşgörüyoruz... (Sf.11)

İşkenceyle öldüğü sabit Engin Çeber'in ailesi, haklarında kanıt ve yargı kararı olmadan 'terörist' ilan edilmelerini ancak ve ancak hoşgörebilirler. (Sf.11)

Akepe'nin dün yapılan kongresinde başka aday çıkmamasını, ne olursa olsun razıyım, herhangi bir görüş bildiren bir Allahın kulunun çıkmamasını, her zaman olduğu gibi, hoşgörüyoruz. (Sf.12)

Siyasi literatürümüze 'farklılıklarımız (etnik, din, dil)' kavramını üstüne basa basa vurgulayarak, inatla sokan Akepe'yi de, yine yeniden ve milletçe hoşgörüyoruz. (Sf.12)

Doğu ve G.Doğu Anadolu bölgelerindeki kadın merkezlerine başvuran 50 bin kadının 4'de 1'i ensest ilişkiye zorlanmalarını hoşgörüyorlarmış. (Sf.13)

Kanuna aykırı Kuran kursu açanlara veya işletenlere verilen 6 aydan 3 yıla kadar olan cezanın, 3 aydan 1 yıla indirilmesini de hoşgörmüşüz de, ruhumuz duymamış. (Sf.13)

Budur. Hoşgörülmeyen biricik şey hoşgörüsüzlük.

Her söyleneneni, söyleyenden dolayı kabul edince böyle.

Bir de her söylenene, kimin söylediğine bakmadan 'Acaba mı?' diye yaklaşma durumu var. Eğer böylelerindenseniz, devam kısmı tam size göre.

YÖK Başkanı Y. Z. Özcan'ın oğlu Baran Özcan, Mert Oymagil denen bir arkadaşıyla birlikte, ailece görüştükleri arkadaşı A.M.K.'yı, Özel ODTÜ Koleji'nin 3. katındaki tuvalette ağzını burnunu dağıtırcasına dövüyor. Babası, yani YÖK Başkanı olayın Baran'la ilgisi olmadığını, ağzı burnu dağıtılan çocuğun - A. M. K.'nın, aslında Mert Oymagil'e küfür ettiği için dövüldüğünü açıklıyor. Sonra da aile dostları olan A. M. K.'nın babasına gidip 'özür diliyor'. A. M. K.'nın babası, YÖK Başkanı babaya yani arkadaşına, adli sürecin devam edeceğini söylüyor. (Sf.10)

Haydi bu olaydan 'hoşgörü' dersleri çıkaralım.

YÖK Bşk. Y. Z. Özcan açısından:

1. Birisine küfretmek, hoşgörülmez; her ne kadar hoşgörülmeyen biricik şey hoşgörüsüzlük olsa da...
2. Hoşgörülmediği için dövülmeyi gerektirir.
3. 'Ağır tahrik' yani küfretme karşılığında başvurulan eylem olan 'dövmek' hoşgörü gerektirir. Yoksa ne diye dövülen çocuğun babasına gidip de özür dilesin?

A. M. K.'nın babası Mustafa Karaman açısından:

1. Her ne sebeple olursa olsun dövmek hoşgörülemez.
2. Hoşgörülmediği için adli süreç başlatmak gerekir.

Herkes açısından, yukarıdaki iki maddeye ilave:

3. Hoşgörmediğiniz olayı yapan ne kadar yüksek mevkide birisi ya da yakını olursa olsun, size ne derse desin, ne kadar caydırmaya çalışırsa çalışsın prensiplerinizden ödün vermeyin.
4. Bir sefercik dahi olsa ödün verdiğinizde 'elinizi verip, kolunuzu kurtaramaz' durumunda kalırsınız.

2 Ekim 2009 Cuma

Şeker şeyler

Favorim olan buz kalıpları ve bardak altlığı. Bağlantıdan diğerlerini de görebilirsiniz :))




Chris Rea'dan Fool (If You Think It's Over)'la karaoke yaparken, havaya girmek için...





'Bones' dizisinde Jeffersonian'da bir davayı çözermiş gibi yaparken...





Jeff Goldblum namı diğer Dr. Malcolm'la (Jurassic Park) 'Kaos Teorisi'ni tartışırmış gibi yaparken...






Eee, bu kadar sulandırırsanız işi, bardak altı da böyle olur!



http://www.amazon.com/Fred-Cool-Jazz-Cube-Tray/dp/B000R4BDK0/ref=sr_1_4?ie=UTF8&s=home-garden&qid=1254401637&sr=1-4