Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Canım kocam :)

ABD'de yapılan bir araştırmaya göre erkeklerin ağır hasta eşini terk etme olasılığının kadınlara göre 7 kat fazla olduğu ortaya çıkmış.

Çiftlerden birinin hasta olduğu 23 boşanmadan 22'sinde hastanın kadın olduğu belirlenmiş. Evlilikleri sona ermiş 23 beyin tümörü hastasından 18'inin kadın olduğu saptanmış. Diğer kanser türlerinin olduğu 14 boşanan çiftten hasta olanın 13'ünün kadın olduğu görülmüş.



CANIM KOCAM :))

SENİİİ

SEVİYORUUUUUUM!

Hadi, sen de söyle :)

Fıkra bu ya...

Fıkra bu ya, bir gün Tanrı meleklerinden biriyle tavla oynuyor. Başka bir melek koşarak gelmiş ve

- Tanrım çabuk gel, dünyada çok büyük bir yangın çıktı, her tarafı kasıp kavuruyor, milyonlarca insan ölüyor

Tanrı sormuş:

- Türklere bir şey oldu mu?

Melek şaşkın şaşkın bakıp, hayır, demiş. Tanrı da o zaman sorun yok, diyerek tavlaya devam etmiş. Aradan biraz zaman geçince melek yine koşarak gelmiş, büyük bir telaş için bu sefer de dünyada çok büyük bir savaş çıkmak üzere olduğunu söylemiş. Tanrı yine Türkleri sormuş, onların iyi olduğunu duyunca oyuna devam etmiş.

Melek birazdan gelip, savaşın başladığını, atom bombaları yüzünden milyarlarca insanın öldüğünü söylemiş. Tanrının yine Türkleri soracağını bildiği için, Türklerinde zarar gördüklerini ilave etmiş. Bunun üstüne Tanrı hemen ayaklanmış. Melek dayanamayıp sormuş:

- Tanrım, o kadar insan öldü, hiç birine aldırmadın da niye Türklere aldıyorsun?

Tanrı başını iki yana sallayarak,

- Sorma, demiş, diğerleri neyse de, bu Türkler herşeylerini bana emanet etmişlerdi de ondan!

Umre rüyası

Fatih'te bir gecekondu.

Çocuğu olmayan Bangladeşli bir komşu.

Çocuğu olmayan Bangladeşli komşunun gördüğü rüya.

'Çok sevdiğin bir çocuğu umreye getirirsen çocuğun olacak.' alt yazılı bir rüya.

Çocuğu olmayan Bangladeşli komşunun, gecekondudaki komşularından 5 yaşındaki kızlarını umreye götürme ricası.

Gecekondudakilerin, çocuğu olmayan Bangladeşli komşularının ricasını kırmayıp, 5 yaşındaki öz kızlarını elleriye Bangladeşli komşularına vermesi.

Çocuğu olmayan Bangladeşli komşunun 5 yaşındaki kızla birlikte sırra kadem basması.

Dakka'ya varıncaya dek 1.5 yıl sürülen iz.

Ve mutlu son.

İlişkilerde Çin Çin

Evvel zaman içinde...

- R.T.E.: Şincan'da yaşananlar adeta soykırım (8 Temmuz 2009)

- San. Tic. Bk N. Ergün.: Milletimiz Çin mallarını boykot etsin (9 Temmuz 2009)

- San. Tic. Bk. N. Ergün: Yok yok, sözlerim yanlış anlaşıldı (9 Temmuz 2009)

- Hükümet: Bakanımız şahsi fikrini beyan etmiş canım, olur böyle şeyler
- R.T.E.:
Halkı boykota yönlendirmek yanlış (11 Temmuz 2009)
Kendime not: Doğan Grubu gazetelerini almayın, diyerek halkı boykota kim yönlendirmişti, internetten bak, hatırla.

Yukarıdakilerden bağımsız olduğunu düşündüğümüz, çok ayıp karşıladığımız, 'bu ne ya!' ve daha fazlasını söylediğimiz bir haber: M.E.B. okulları ve arsalarını satıyor!

Kalbur saman içinde...

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çinliler 3. köprü ihalesine yüklenici olarak ya da bir Türk firmasıyla ortak girmek istiyorlarmış (1 Eylül 2009)

- Çetin Şekercioğlu (Çin'in en zengin bölgesi Şanghay'daki Shangri-La'nın bşk. yrd): Boğazdaki eski okullar tam bizim otellere göre ya! (27 Eylül 2009)

Farkındaysanız adam 'eski' okullar diyor. Yani orada o okullar yok, eskiden varmışlar, ama 27 Eylül'de birden puf! Ne acayip değil mi? Birimizden biri Matrix filminde yaşıyor sanki, var olanları yok, yok olanları var gibi görme kıvamında. Tabi ki farkındayım, konuşulan konu başlığına göre değişir bu. Ama şimdi okulları ve binaları konuşuyoruz!

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çinlilere Türkiye'de faiz getirisi daha yüksek, o yüzden gelin bizden tahvil ve avrobond alın diyoruz (27 Eylül 2009)

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çinli maden yatırımcılarına, yatırımı bizim ülkemizde yapın sonra işleyip buradan satarsınız dedim (27 Eylül 2009)

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çinlileri Türkiye'de banka açmaya davet ettim (27 Eylül 2009)

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çin Başbakan Yrd. bana dedi ki Dünya Sağlık Örgütü'nün raporundan sonra bizden kanatlı hayvan satın alacaklarmış (28 Eylül 2009)

- Devlet Bk. Z. Çağlayan: Çinliler, daha önceden almadıkları tütünümüzü inceleyip, istedikleri kalitedeyse alacaklarmış (28 Eylül 2009)

Pire berber, deve tellal iken...

Akepe Türkiye'min beşiğini tıngır mıngır sallar iken...

29 Eylül 2009 Salı

Angela Merkel

Angela Merkel, Almanya'da geçen gün yapılan seçimi kazandıktan sonra şöyle demiş:

'Büyük bir şey başardık. Tüm Almanların Başbakanı olacağım. Başta ekonomi, çözülecek çok sorun var.'

Ben bu açıklamayı bir yerden hatırlıyorum... 22 Temmuz genel seçimlerini kazandıktan sonra R.T.E. de aynısını söylemişti...

Birimiz Almanları uyarsın! Bu sözlerin ardından yaşananlar pek de iç açıcı değil. Biz yandık, bari Almanya yanmasın :)

28 Eylül 2009 Pazartesi

Kültür turizmi

1 Eylül Salı günü erkenden kahvaltımızı yaptık. Rotamızı birkaç sene önce Hürriyet'te yayımlanmış bir gezi programının civarımızdaki yerlerden belirledik. Edremit - Küçükkuyu'daki Zeytin Yağı Müzesi'ne gitmek üzere yola koyulduk.

Adatepe Zeytinyağı firması tarafından hala kullanılmakta olan, yaşayan bir müze.
Solda müzenin girişi.



Sağda, bahçesindeki çakır çukur, kayalık! arazi. Beyaz Nike'lı ayaklar ve baston bana ait.


Müzenin üst katına bu merdivenleri tırmanarak çıktım. Yanlız, gerçekten 'tırmandım'. Fotoğrafta belli olmuyor sanki ama, basamaklar gerçekten çok yüksekti!


Sağda, müzenin üst katından bir kesit. Hediyelik eşya bölümüne uğrayıp, alışverişimizi de yaptık sonra, acıkmışız.

Yine gazetedeki gezi programından iki yer seçtik. Birisi yol üstünde bir yerdi. Eğer bulursak oraya gideriz, dedik. Bulamazsak Kaz Dağları'ndaki yerdi alternatifimiz. Yol üstündeki restoran kapanmış, ötekini sorduk yolunu tarif ettiler. Şimdi, tam bu noktada, şikayeti basıyorum. Tabelalar hakkında. Bu örnekte de anlatacağım gibi, bizim memleketin insanında 'Güzel bir tesis yaptım, yollara da yönlendirme tabelası koyayım da insancıklar burayı araken telef olmasın.' diye akıl yürütme yok. 'Noolacak yaa, sora sora Bağdat bulunur.' zihniyeti hakim. İyi de, arayan sora sora mı bulmak durumunda? Soranın sorduğu insan bilmek zorunda mı? Soran, bilen birini buluncaya kadar sormaya mecbur mu? Deli çıkar insan. Neyse... Yönlendirme tabelası olmadığı için, biz sorduk. Allahtan bilenlere sormuşuz. Bu kez de tarif özürlülere sorduğumuz için, üç kez yine yeniden sormak durumunda kaldık. Bir de, emin olamıyorsun ki! Adam biliyorum diye sana belki bambaşka bir yeri tarif etmiş! Allah için, başımıza bu gelmedi. Ama diyorum ya, emin olamıyorsun.

Gittik, gittik, epey tırmandık; neden sonra köyün birinde 'Zeytinbağı' diye tabelasını görünce, rahatladık. O ana kadar kimse bir şey dememiş, ama hepimiz doğru yolda mıyız, diye düşünüyormuşuz. Boru değil, bildiğin dağa tırmanıyoruz neticesinde.

Bu kadar mı huzur dolu bir yer olur? Bir kere doğanın seslerinden başka çıt yok. Az sayıdaki odaları sayesinde zaten insan kalabalığından uzaktasınız. Odalarına bakmadım, bahçesi beni etkilemeye yetti. Büyüklü küçüklü, dört beş ayrı bahçesi var. İnzivaya çekilmek için birebir. Yemekleri de çok güzeldi. Öğlen saatini geçirmiş olduğumuzdan, akşam yemeğine de yer kalsın diyerek ortaya bir şeyler söyledik: ot kavurma, kaygana, köy eriştesi, lorlu kabak çiçekli börek. İşte size bazı fotolar:
































Geri dönerken, Kaz Dağları'na çıkarken gördüğümüz Tahtakuşlar Özel Etnografya Müzesi'nde kısa bir mola verdik. UNESCO tarafından ödüllendirilen bu müze, güzel ülkemin ilk köy müzesi olma özelliğini taşıyor. Bu müzedeki, Burhaniyeli balıkçıların ağlarına ölü olarak takılan dev deniz kaplumbağa ise, dünyada sergilenen en büyük deri sırtlı deniz kaplumbağası.


Güya programımızda Zeus Altarı ve yetiştirebilirsek Şeytan Sofrası'nda güneşi batırmak vardı. Ben giderdim de, ayaklarımın Ne Zeus'u, ne Altarı'nı, ne de Şeytan'la Sofrası'nı görecek hali kalmamıştı. Böyle olunca, herkes benimle eve dönmek zorunda kaldı :)) Şimdi, son foto. Ne demek istediğimi anlayacaksınız...

Yanlış yapmak

Geçmiş günkü gazeteleri ayıklıyordum. 26 Ağustos tarihli bir haber gözüme ilişti. C.bşk. A.G., Çankaya Köşkü'nde bu yılki ilk iftar yemeğinde şehit ailelerini ve gazileri ağırlamış.

Yemekteki konuşmasında şunu söylemiş: "Devletiniz hiçbir zaman yanlış yapmaz."

Yanlış yapan ya da yapmayan, 'devlet' midir, yoksa 'hükümet(ler)' mi? Bu neden sorgulanmaz? Ama, tabi ki, sorgulayamazsın, daha doğrusu sorgulamamalısın. Bir kez sorgulamaya başlarsan, en azından bu iftar yemeği olayı için, şunları da sorgulaman gerekir:

* T.C. Devleti'nin en üst makamı iftar yemeği gibi dini içerikli bir davet düzenler mi?

* Düzenlerse, devlet hala laik midir?

* Laikse, her dine eşit mesafede midir?

* Her dine eşit mesafedeyse, müslüman vatandaşına iftar yemeği verirken, mesela hıristiyan vatandaşına mesela Noel'lerde, mesela Paskalya'larda, mesela musevi vatandaşlarına mesela Roşaşana'larda, mesela Hanuka'larda herhangi bir kutlama, davet vs yapmış mıdır?

* Yok, bunlar yapılmadıysa, acep ne iştir? Burası Muş mudur? Yolu yokuş mudur? Giden gelmiyor mudur? Acep ne iştir?

Bunun yanıtını 30 Ağustos'taki bir haberde buldum. Amerika'daki Atlantik Konseyi diye bir 'think tank' kuruluşunun hazırladığı, 'Türkiye ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi' raporunda şöyle bir saptama yapılmış: Türkiye'de siyasal güç laik elitlerin eline geçerse, ABD'nin bölgesel çıkarları zarar görebilirmiş. Niyetim, bakın işte, Akepe'yi Amerika desteliyo, demek değil. O, başka yazıların konusu. Asıl vurgulamak istediğim, siyasi gücün 'laik elitler'e geçmesi diyerek, Türkiye'nin şu anda laik olmadığının kabul edilmesi.

Bu ne kadar acı, değil mi? Bir körün, hayır ben görüyorum, demesi gibi acı... Bir kelin, hayır sırma saçlıyım, demesi gibi acı...

Herşeye rağmen, güzel ülkemin, çirkin ördek yavrusu değil de, zarif, beyaz ve laik bir kuğu olduğu günleri tekrar göreceğime inanıyorum :)

Mizansen

Ben deyim 5 gün, siz deyin 3 gün önce, Niv York semalarında bir uçak.

- Aman, devletlum, az biraz sabır gösterseniz? İnişe geçtik zati.
- Olum, ben hızlı tren kullanmış adamım, paraşütle atlamayı beceremeyecek miyim? Tez kellesi vurula, derim görürsün! Höööyt!
- Haşa devletlum... Paşa gönlünüz nası emrederse...

O arada uçak zati havaalınına inmiştir.

- Tez patenlerim getirile!
- Aman, devletlum, az biraz sabır gösterseniz? Makam arabası siz devletlumu beklemekte...
- Olum, sen bilmezsin Niv York trafiini! Patenleri takarım, vıjjt, 2 saniyede ordayım. Ayaamın tozuyla görmem gerkenler var ya, aaa! Destur de!

O arada arabaya binmiştir bile.

Büyücek bir salon, kapalı bir oda kapısı. Oda kapısı kendiliğinden yavaşca açılır. Saltanat koltuğu gibi bir koltuktaki yaşlı adam eliyle gel işareti yapar.

- Aman efendim, aman efendim, en son ne zaman görüşmüştük zatıalinizle? Maaaaşallah, tü tü tüü, 19luk delikanlı gibisiniz. Afiyettesinizdir inşallah?
- Kısa kes, meges. Noldu bizim kira kontratı?
- Aman efendim, o iş biraz sarkacak gibi sanki. Toprak sahibi maraza çıkarıyo.
- Ne marazası? Sen bana 'Oldu bitti say o işi' demedin mi Davos'ta?
- Haklısınız da...
- Anlaşma neydi? Sen bana çıkışacaktın, ben de ses çıkarmayacaktım. Sen oy kazanacaktın. Mayınlı arazinin kira kontratını getirip elime verecektin! Noldu?
- Mayınlı arazimiz kalmadı, size başka ne ikram edeyim? Yanlız bir de istirhamım olacak.
- Neymiş?
- Bizde seçim dönemi yaklaşıyo ya, onu şeedecektim...
- Bu seferki pahalıya patlar sana ama.
- Olsun canım, aramızda toprağın, bankanın, limanın lafı mı olur? İlahi sen yani :)
- Sen bana sen diyemezsin, sen bana siz diyeceksin!
- Oops, pardon, yanlışlıkla ağzımdan kaçtı... O vakit şöyle yapıcaz, ben Niv York'dan memlekete dönünce, aslında buradayken de söyleyebileceklerimi konuşucam, iç politika malzemesi olucak onlar, annarsın ya! Bi tutturdunuz İran da İran, diycem. İran'ın nükleer silahlarını bırakın da İsrail'e bakın, diycem. Ama bunları Türkiye'ye varınca söölicem. Esicem, gürlicem! Kasıcam, kavurucam! Yıkıcam perdeyi, eylicem viran!
- Aman diyem, bunları yaparken, bizim mizanseni bozayım deme; o vakit gerçekten de bozuşuruz haa!

25 Eylül 2009 Cuma

Okullar açıldı

Tabi ki yeğenim gibi milyonlarca çocuğun okulları dün açıldı. Ama benim bahsettiğim 'okul', fizik tedavi ve rehabilitasyon okulum. Yani, çoook ileride koşmayı yeniden öğreneceğim yer.

Yıllık iznimi kullandım, bitti. Artık tedaviye yeniden başlıyorum. Hatta şimdi OrNöRam'dan, yani tedavi gördüğüm yerden; kendi odamdan yazıyorum. Burada C odası olarak anılan oda, benim odam. Öyle ki, asansörden indiğimde 'Dilek hanımın odasının anahtarı' diye konuşuluyordu :)

Kapıdan içeri girdiğim andan itibaren hoşgelmişliğimle ilgili herkesden bir kaç tümce duydum. Espriler gırla. Evet, tedavime bugünden itibaren kaldığım yerden devam.

Tatil boyunca hiç çalışmadım, çok korkuyorum ;-))

24 Eylül 2009 Perşembe

Erdoğan'a ABD'de koruma skandalı

Sabah sabah kahvaltımı yapıyordum, gazeteleri de okuyarak. Haberi görünce ne yalan söyliyeyim çayımı püskürtmemek için epey zorlandım. Aşkım 'N'oldu ya?' deyince, başladım ona da okumaya. 'Hı evet, dün internetten okudum.' dedi.

Olayın detaylarını biliyorsunuzdur diye özetliyorum: Obama'nın da konuşma yaptığı panelde R.T.E. de konuşmacıymış. Obama'nın çıkış yapacağı yerden, tam da çıkacağı dakikalarda bizimkiler içeri girmek istemiş. Amerikan korumalarıyla Türk korumalar anlaşamayınca epey itiş kakış olmuş. Sonunda bizimkiler içeri giremedikleri gibi, R.T.E. de konuşmasını yapmaktan vazgeçmiş.

Olayın itiş kakış boyutuna gelmesinin sebebi, bizimkilerin hiç birinin İngilizce bilmemesi.

Hani geçenlerde B. Arınç (TBMM Başkanı), Deniz Baykal'a 'İngilizceden başka hangi dili bilirsin?' diye sormuştu, yanılmıyorsam bir iki cümle Kürtçe konuştuktan sonra. Acaba diyorum, Amerikalılarla Kürtçe anlaşmayı denemişler midir bizimkiler? Ne de olsa artık ikinci dilleri Kürtçe sayılır, değil mi? Ya da Arapça? Yanlış anlaşılmasın, herhangi bir dille bir derdim yok, sadece bizimkilerin konuşabildiği dil olasılıklarını sıralamaya çalışıyorum; İngilizce konuşamadıklarını, konuşamadıkları için de anlaşamadıklarını gördüğüm için. Gerçi, kendi dilleri olan Türkçe'yle bile ne dedikleri anlaşılmıyor ya, neyse.

Havalimanında, 'Vur vur inlesin, hamsi padişah dinlesin!' sloganları atılsa, 'Hamsiye hakaret edeysunuz da!' mı dense? http://www.nethaber.com/Politika/88254/BAYKALA-HAMSI-DEMISLERDI-Tayyip-Erdogan-slogancilari-uyardi

Hiç biriniz mi izlemediniz '24'ü, be hey heyettekiler? Amerikan Gizli Servisi'ndekiler ölür de, Başkan'larını en ufak bir tehlikeye açık bırakmaz!

One minute, ya! Aklıma daha ucubik bir şey geldi! İster misiniz, Türkiye'ye döndüklerinde "Amerikan Gizli Servisi'ndekiler, Obama'yı ve Demokrat Parti'yi bitirme planlarının fotokopisini, Cumhuriyetçi'lerden birinin ofisinde bulmuştur. Suç üstü yakalamak istemişlerdir. O arada bize de bir şey olmasın deyu, yani bizim canlarımızı da korumak içgüdüsüylen hareket etmek suretiylen böyle bir arbede yaşanmıştır. Muhtaç olduğumuz, damarlarımızdaki asil Kasımpaşa'lı kanı kabardığından mütevellit..." desinler...

Evet, haydi, pankartları bekliyorum, New York dönüşü: 'Dünya Başbakan görsün'. Hiç değilse bu seferkinin bir anlamı olur: hangi Başbakan'ın mahiyetindekiler, korumaları falan Amerikan Gizli Servisi tarafından itilip kakılmış? Kakılmış deyince, aklıma Yasemin Yalçın'ın 'Kakılmış' tiplemesi geldi... Şu benzetmeye ne dersiniz: 'İlyas' ABD, Türkiye 'Kakılmış'?

Evet, haydi, bekliyoruz, hep beraber canı gönülden:

"Daha da gelmem Amerika'ya!"

Buraya en yakışacak yanıt, bir Amerikan dizisinden:

"Komik olma, kuzen Larry!"

23 Eylül 2009 Çarşamba

Cunda Adası

31 Ağustos Pazartesi günü evde keyif yaptık. Ön balkonda sabah kahvaltısı, arka bahçede kahve keyfi derken, gün hızlıca gitmiş, haberimiz olmamış.

Pazar günü denizden sonra, Yasemin Işıl'la Melis'i Kuşkent'e Melis'in babaannesinin yazlığına bırakmıştı. Pazartesi günü hep birlikte gidip alacaktık. Öyle bir saatte gidecektik ki, gün batımına Şeytan Sofrası'na yetişelim, sonrasında Cunda'da rakı-balık yapalım. Tabi, biz kıymetli kaidelerimizi zamanında kaldıramadığımız için Şeytan Sofrası planımız yattı. Güneşi Kuşkent'ten ayrılırken batırdık.

Cunda'yı çok severim. Çocukluğumdaki hali bence şimdikinden bin kat iyiydi. Cunda Adası, adı üstünde bir ada. Annemlerin çocukluk zamanında motorla gidilirmiş. Gençlik dönemlerinde anakara ve ada arasına taşlardan bir yol yapılmış; hoplaya zıplaya o taşlardan yürüyerek gider olmuşlar. Benim çocukluğumda o taşların yerini, iki arabanın yan yana zor sığdığı bir 'yol' almıştı. Kim bilir kaç zamandır da, yerini 'duble yol'a bıraktı, asfaltı kaç kez yenilendi bile. 'Eski Yol' diye anılması ironik, değil mi? Taa annemlerin çocukluk-gençlik yıllarından bizim çocukluk günlerimize bile yetişen MTA'nın plajı yok oldu, o incecik kum yerini taşlara, kayalara bıraktı. Denizinin halini anlatmak bile istemiyorum, bataklığa dönmüş. MTA'nın plajı dediğim yer Cunda Adası'nın hemen girişinin sağ tarafı; solda ise niçin yapıldığını bir türlü aklımızın kesmediği beton yığını bir otel var. Ne zaman gitsek boştur, bakım falan hak getire.

İlk 'boğaz köprümüz'ün Cunda'da olduğunu biliyor muydunuz? İki adacığı birbirine bağlar. Asfalt şimdi, tabi. O kadar çok göz kirliğine maruz kalmıştır ki, tabelasını dikkat etmezseniz göremezsiniz bile.

Cunda merkezine ve adanın diğer tarafına doğru yolun ayrıldığı yerde eski bir değirmen vardır. Yılların yorgunluğunu artık taşıyacak gücü kalmamış, bu sefer gördüğümde. Fotoğrafı yanda. Hayranım bu değirmene. Çocukluğumda 'Çalışırken nasıldı acaba?' merakım, yaşım ilerledikçe 'Ne güzel bir ev olur!'a geldi yaslandı. Uzun zamandır yaslandığı yerde duruyor. Çok bir şey istemiyorum ki, asma katta bir yatak, kitaplarım için raflar ve mini mini bir banyo-tuvalet, giriş katı sadece mutfak ve oturma odası, kitaplarım için raflar ve yine mini mini bir banyo-tuvalet. Bahçede iki köpek. Ağaçlar, bitkiler - çiçekli, çiçeksiz - boy boy, çeşit çeşit. İki sallanan koltuk. Ağaç kütüklerinden bir-iki sehpa. Bir de aşkım.

Yemeği Adabeyi'nde yedik. Aşkımın kuzenleri Pizza Uno'nun sahibi. Onlara uğradık, bir tek İsmet'i görebildik. Zaten, İsmet bizi Adabeyi'ne yerleştirdi. Burayı İstanbul'daki restoranlardan ayıran tek şey, kedilerin çokluğu. Yoksa salata bile İstanbul'dakiler gibi, mısırlı falan. Cin akılsızın biri (Işıl'ın lafıdır) 'Salatada mısır niye yok?' diye sorduysa, yerel halk ne yapsın. 'Yok işte kardeşim' dese, Cunda'da bile İstanbul salatası yemek durumunda kalmayacağız... Ne ot kalmış, ne papalina. Belki de mevsimi geçmişti, ne bileyim. Ahtapot köftesi, deniz mahsüllü börek, şişte kalamar dolması ve yengeç bacağını ilk kez tattım. İkisi iyi de, kalamar dolması hiç olmamış, bence: kalamarı karidese dolamışlar, şiş yapmışlar. Kalamar sertleşmiş; ikisine de acıdım. Yengeç bacağının surumi'den yapılabileceğini hiç tahmin edememiştim; bu da olmamış sanki. Onun dışında haydarisinden deniz börülcesine tüm mezeler gayet başarılıydı. Barbun ve çipura sipariş ettik, acayip güzeldi. Hele barbun, of of offf...Yanında da Yeşil Efe... Kapanışı meyve tabağı ve fırında helva ile yaptık. Canımıza değdi :)

Şarkılar eşliğinde evimize döndük. Ertesi gün (Salı) için programımızı belirledik: Kültür Turizmi!

Not: Köylerde isim değişikliklerinin tartışıldığı bu günlerde, Cunda Adası'nın adının da Alibey Adası olarak değiştirilmiş olduğunu belirtmek isterim.

Devrim Arabaları

30 Ağustos Pazar günü 'Devrim Arabaları' filmine gittik. Detayları burada:


http://www.guvenilir.org/2009/09/basar-hikayelerimiz.html

22 Eylül 2009 Salı

Artur tatili, yüzme stilleri

Türk Telekom'dan mıdır, blogger'dan mıdır, yoksa sebebi ve bilgisi verilmeden, kafaya göre yasaklanmasından mıdır nedir, bilmiyorum ama bloguma erişim sağlayamadığım için yazı ve tarih düzenim şaştı. Eylül'ün sonu gelmiş, ben hala Ağustos ayındaki tatilimi anlatacağım. Neyse...

30 Ağustos Pazar günü, mükellef bir kahvaltıdan sonra kendimizi denizde bulduk. Güvercin Koyu, Artur'un en büyük koyudur. Yarım daire şeklinde olan bu koyun her iki başında çocukluğumuzdan beri iskele vardır. Nedenini bilmemekle beraber bizim eve yakın olan taraftakine Büyük İskele, diğerine de Küçük İskele denir. Çook eskiden, Büyük İskele'yi Güvercin'in nispeten daha aklı başında gençleri; Küçük'ü ise iyice haşarı olanları mesken tutardı. Bundan dolayı iskeleye gideceksek Büyük'ü tercih ederdik, ama yine de çok gitmezdik.

Bir ara Büyük İskele açıklarına bir sal yapılmıştı. Biz de, tüm çocuklar sala gitmek istedik. Babam önce beni sırtına aldı, yüzerek sala götürdü, üstüne oturttu. Sonra ablamı getirmek için kıyıya yüzüyordu ki gençler salı sallamaya başladılar. Aman demeye kalmadan sal ters döndü. Ben de salın altında kaldım. Annemler gençlerin salı salladığını gördükleri an babama seslenmeye başlıyorlar ki geri dönüp beni alsın diye. Ama o sırada ben zaten salın varillerinin altına Garfield gibi yapışmışım! Neyse ki, yan sıramızdaki 2. evden komşumuz bir doktor amca vardı, o da o sırada saldaymış. Ters dönüpte benim sudan çıkmadığımı görünce, şnorkeri ve gözlüğü ile dalıp beni ense kökümden tutup sudan çıkarmıştı. Bu da böyle bir anımdı, paylaşmak istedim :)

Çok sonradan bizim denize girdiğimiz yere de bir iskele yaptılar, galiba ben üniversitedeydim. Oraya Orta İskele diyoruz biz. Sahile iner inmez, hemen suya baktık. Küresel ısınmanın belirtileri Artur'da da kendisini göstermeye başlamış. Eskiden resmen çivi gibi diye tabir ettiğimiz deniz suyunun sıcaklığı ortalamanın üzerindeydi. Önce iskeleyi kontrol ettik. Acaba oradan daha kolay girer miyim diye. Fakat iskenin merdivenlerini bir garip yapmışlar, en azından benim o merdivenleri kullanmam söz konusu değildi. Sahilden girdik. Su belli bir yüksekliğe gelince yavaş yavaş kendimi bıraktım Artur'un o buzz gibi suyuna, Yasemin'in kollarında. Biraz alıştıktan sonra, tanıdık yer ya, cesaretlendim, bitim kanlandı. Önce deniz ayakkabılarımı ve naylon çoraplarımı çıkarttırdım. Ayak bileklerim dönse de, ayak parmaklarım kartal pençesi modelinde olsa da deniz kumu sayesinde canım acımıyordu. Yaşasındı!

'Acaba kulaç atarak yüzebilir miyim?'

Kızlar beni gaza getirmeyi ihmal etmedi. 'Tabi canım, neden yüzemeyecekmişsin ki?' Hadi kızım, dedim. Hadi hadi de, o kadar kolay değil ki. Önce hatırlayacasın, hareketleri gözünün önüne getireceksin. Beynine komutu vereceksin, o komutla kolların bacakların hareket edecek. Beynine bir komut da nefes almak için vereceksin. Kısaca böyle.

Biraz kontrolsüzce de olsa, 3-4 kulaç atmayı başardım. Daha fazlasını da yapardım ama, arada beynime 'nefes al' komutunu vermeyi unutmuşum :) Tekrar denediğimde daha iyi becerdim. Üçüncü denemede artık bildiğiniz 'yüzdüm', kısacık mesafe de olsa :)) Tabi bununla yetinmeyip, 'acaba kurbağalamayı da mı denesem?' dedim, ve yanıt beklemedim. Bu stili, dizlerimi iyi bükemediğim için becerebildiğimi söyleyemeyeceğim. Bu arada, dışarıdan nasıl göründüğümüzü gözünüzün önüne getirmenizi istiyorum:

Spastik bir kadın yüzmeye benzer bir takım hareketler yapıyor, çırpınıyor; yanındaki iki kadın & bir çocuk denizin içinde sürekli peşi sıra koşuyorlar; spastik olan durduğu an diğerleri kollarında yakalayıp ayaklarının üstünde durmasını sağlıyorlar; dördüncü kadın ise denizin kenarında durmuş, onları gözleriyle takip ediyor!

Denizden titreyerek çıktık hepimiz. Havlumu sırtıma sararken Yasemin dedi ki:

'Kızım, ilk kulaçlarını attıktan sonra gözlerin öyle ışıldıyordu ki, güneş bile karanlık kaldı!'

20 Eylül 2009 Pazar

Mayın

E-postama gelen bu Anonim yazıyı paylaşmak istedim.


MAYIN

Denk gelirseniz bas' Mayın...

Sat' Mayın

Sattır' Mayın

Sus' Mayın...

İş işten geçtikten sonra da ağla' Mayın.

***

Savunma Bakanı diyor ki :
"Kıbrıs büyüklüğünde arazi deniyor, abartıyorlar"

Siz Bakan' a bak' Mayın...

Sakın ola da kan' Mayın.

Keriz yerine kon' Mayın.

***

Evet, Kıbrıs büyüklüğünde değil.

Ama, İstanbullular kıyaslasın:

Üsküdar, Kadıköy, Kartal ve Maltepe'nin

Yüzölçümünü topla....

Dördünü birden.

O büyüklükte.

***

Uyu' Mayın.

Ankaralılar, unut' Mayın...

Keçiören'den büyük!

***

İzmirliler, aldan' Mayın...

Karşıyaka'nın üç misli.
Konak artı Buca kadar.

***

Komple Türkiye' nin 4500' de 1' i kadar bu arazi....

300 milyon dolar verecek,
Mayınları temizleyecek,
Sonra bu araziyi 49 yıllığına tepe tepe kullanacak.

***

O halde şunu diyebiliriz:

Komple Türkiye topraklarının
49 yıllık fiyatı ne eder ?

1.3 Trilyon dolar...

Yıllık kirası kaça geliyor?

27 Milyar dolar.

***

Hiç kafa yor' Mayın...
Bastırsın biri 27 Milyar doları...
Bitsin bu aşkın ıstırabı...

Adamın asabını boz' Mayın...

BU MAİLİ İLETMEMEZLİK YAP' MAYIN!

Kontör tuzağı ve hukuka güven

7 Eylül 2009 tarihli HaberTürk gazetesinin haber başlığı:

Abdullah Gül'ün amcasına 'kontör' tuzağı!

Hikaye bildik; 'hattınızdan devlet büyüklerine hakaret içerikli mesaj ve görüşmeler yapıldığı...' diye başlar. Bunu yapanları aslında şimcik yakalayacakdırlar amma - ne hikmetse - kontöre ihtiyaçları vardır...

Buraya kadar hepsi daha önceden zaten duyduğumuz şeyler. De...

A.G.'den 5 yaş büyük olan amcası neden şöyle demez: 'Yav, bu devletin en büyüğü yani C.bşk'nı benim yeğen olur. (Hamili kart yakinimdir gibi bayat bir espri yapmayacağım tabi ki de ;-) ) Dolayısıylan benim bu tarz mesaj atmam, konuşma yapmam aile bağlarımız açısından yakışık almaz. O vakit, ben kontör montör vermeyeyim, nasıl olsa başıma bi iş geldiğinde hukuk olsun, yargı olsun, mutlaka bu mesajların benim tarafımdan olmadığını, suçsuz olduğumu anlarlar.'

Ama... Peşinen bir kabulleniş... Sorgusuz sualsiz...

Devlet ve şeffaflık ilkesi

Haber 17 Eylül tarihli Radikal'den.

'Obama'nın Türkiye ziyareti srasında Erdoğan'a herhangi bir hediye verip vermediği sorusunu hem Başbakanlık Bilgi Edinme Birimi hem de Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu yanıtsız bıraktı'

Radikal Gazetesi, 7 Nisan'da, yani Obama'nın ziyaretinin ertesi günü, Başbakanlık Bilgi Edinme Birimi'ne başvurarak liderler arasında hediye alış-verişi olup olmadığını sormuş. Haberin devamında şu ayrıntılar var:

1- Yasal süre 15 iş günü olmasına rağmen, yanıt 19 iş günü sonra gelmiş.

2- Başbakanlık'taki birim hediye alış-verişinin protokol gereği olduğunu hatırlatmakla yetinmiş. Radikal bu yanıttan tatmin olmamış, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu'na itiraz etmiş.

3- İtirazlarına 'Ret' yanıtı başvurularının üzerinden dört ay geçtikten sonra gelmiş. İtirazı neden reddettiklerinin açıklaması ise şöyle: talep edilen bilgi Başbakanlık Makamı'nın kamusal veya yönetsel faaliyetleri kapsamında oluşan bir bilgi dahilinde olmaması sebebiyle tutulan resmi bir kayıt yokmuş. Ayrıca, hediyeleşmenin nezaket ve protokol kuralları gereği kişisel mahiyeti varmış. Bu kişisel mahiyet dolayısıyla da 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında erişime açılma zorunluluğu bulunmuyormuş'.

Hayda, ne işin var çayda? Ya da
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Yok, yok daha uygun bi tane buldum:
Komşu komşunun külüne muhtaçtır.

Neden mi? Açıklayayım: ilk 'komşu' Türk halkını temsil ediyor, ikinci 'komşu' da Amerikan Başkanı Barack Obama'yı. 'Muhtaç olunan kül' de bilgiyi. Karışıkmış gibi gözüküyor ama, hiç değil. Başbakanlık ve daha ziyadesiyle T.C. Devleti, kendi halkını yani bizleri, Obama'nın vereceği bilgiye muhtaç bırakmış...

Yeminle söylüyorum, ben sorsam Obama'ya 'Bizimkiler ne verdi yav sana?' diye, şak diye listeler! Açık ve net, devlet, güvenlik vs sırrı olmadıktan sonra!

Dağıtmayayım konuyu. Çok da uzak bir tarihte değil, 9 Şubat 2009'da yine Radikal'de buna benzer bir yazı vardı. Başlığı 'Türkiye demokrasi testini geçemedi'
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=BugunkuRadikal&Date=09.02.2009

Britanya Kraliçesi Elizabeth'in Mayıs 2008'deki ziyaretinden sonra alınan-verilen hediyeler sorulmuş.

Kim sormuş? Leeds Üniversitesi'nden bir Türk.

Kimlere sormuş? Türkiye Başbakanlığına, Cumhurbaşkanlığına ve Britanya Dışişleri Bakanlığına.

Kimler yanıtlamış? Britanya Dışişleri Bakanlığı.

Kimler 'Bu da sorulur mu yani?' demiş? T.C. Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı.

Bilgi Edinme Kanunu hangisinde yok? İkisinde de var.

Kim kendi çıkardığı kanunları kendi ülkesinde uyguluyor? Britanya

Bir soru daha kaldı, sorulması gereken:

Şeffalık kimde var, kimde yok?

* * *

Olayın konuşulacak birçok boyutundan birisi de, (şimdiki) bizimkilere göre 'hediyelerin kişisel mahiyeti olması'.

Arkası yarın...

Blogger problemi

18 Eylül sabah saatlerinde yeni yazıma başlamıştım. Bir ara, şimdi hatırlamıyorum, bir şey yapmak için bilgisayarın başından kalktım. Geri geldiğimde blogger beni terk etmişti!

Olabilir, diye düşünüp başka işlerime baktım. Ara ara denediysem de bu akşamın bu saatine kadar bloguma erişemedim. Aşkım genel bir arıza olduğunu söyledi, Google'dan mı Telekom'dan mı olduğu belli değildi. Bir ara o kadar sinirlendim ki WordPress'de yeni blog yapmaya giriştim. Ama kardeşim, o da o kadar karışık ki, o sinirimle başaramadım.

Daha şimdi aşkım bilgisayarın ayarlarıyla oynadı, bir şeyler değiştir de bağlanabildim. Yine de bağlantı çok yavaş. Eskiden mizah programlarına damgasını vuran 'Televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayınız.'ın blogcası hayatımıza giriyor galiba :)

17 Eylül 2009 Perşembe

Akmerkez asansörleri

Olaya kaldığım yerden devam ediyorum.

'İyiyi, iyiyim.' derken aslında çok da iyi değilmişim. Acayip sarsılmışım ve yorulmuşum. Kollarım, bacaklarım çok ağrıyordu. Eve geldiğimizde gecenin 12'sini geçiyordu. Aç mıydım? Aslında olmam gerekirdi, öğleden sonra yediklerimle duruyordum. Ama ne benim, ne de aşkımın yiyecek halimiz yoktu. Üstümüzü değişip, hemen yattık.

Salı sabahı annemlerin zili çaldırdıklarını hiç duymamışım. Uyumamışım, ölmüşüm adeta. Çişim geldiği için uyandım, yoksa uyurdum daha. Hazır uyanmışken günüme devam edeyim dedim. Annem, ablam ve Melis'le kahvaltı yaptık. Işıl'ın tele-konferans toplantıları günüymüş, gitti salona yerleşti. Melis kitap okudu, bilgisayarda oyun oynadı. Ben de Melis'in İngilizce ödevlerine yardım ettim, gazete okudum. Annem yine yemek yapmakla uğraştı. Derken gün bitti.

Şöyle bir olay da oldu: Celal'imin telefonunda Işıl'ı çağırmasından sonra Melis'ciğim bana yardıma gelmek istemiş. Bütün gece ağlamış, anneannesine bir şey olursa çok üzüleceği, annesine babasına bir şey olursa yanlız kalacağından korktuğu için... Benim için... Küçücük kafasında kim bilir daha başka neler kurdu? Düşünüyorum da, o anaokuluna giderken ben sağlamdım; gerek arabayla, gerekse taksiyle kaç kez okula ben götürmüşümdür ve almışımdır. Kendisini bileceği, hatırlayacağı yaşlarından itibaren sürekli tedavilere gidip gelen, doğru düzgün yürümeyi bile beceremeyen bir teyze... Aman ya! Asıl söyleyeceğimi unuttum: Öğlene kadar belki uzanırım diye pijamamı çıkarmamıştım, süklüm püklüm dolaşıyordum evin içinde. Bir ara, 'Sen üstünü değişmeyecek misin?' diye sordu. Biraz isteksiz gidip ev elbisemi giydim. Anneme bunu anlatınca neden öyle söylediği belli oldu: o gece anneme demiş ki: "Benim tanıdığım Dilek, yarın ayağa kalkar!". Bakar mısınız 9 yaşındaki yeğenim beni nasıl görüyor? Tabi ben pijamalarla kalınca, önce hafiften bir hayal kırıklığı ve ardından biraz manipülasyon. Eve döndüklerinde anneme: 'Bak, nasıl tanımışım Dilek'i?' diye övünmesi. Ne diyeyim, bilemiyorum...

Hastane faturasını Akmerkez ödesin diye düşündüğümüz için, aşkım Akmerkez'e uğramış. Rakam çok büyük bir şey değil ama, prensipte böyle olmalı. Bu arada Amerikan'daki doktor muayene ücreti almamış bizden, ilaçları ve tetkikleri faturalandırmış. Acil serviste muayene ücreti, bir profesör doktorun muayene ücretiyle aynı. Boşuna demiyorum ben 'en sevgili hastalarıyım' diye :) 'Yüksek rütbeli' dediğim adam meğer vardiya müdürü imiş. Aşkım faturanın ödenmesi işini de onunla görüşmüş, o da bir üstüne telefonla danışmış; hiç tereddütsüz kabul etmişler ödemeyi - bu da artı puandır. Yanlız çalışma saatleri arasında Halkla İlişkiler bölümü bakıyormuş bu işlere, o yüzden bugün halloldu fatura işimiz. Zaten geceki ambulansın parasını da onlar ödemişler.

Şunu da belirtmekte fayda görüyorum: Akmerkez uzun zamandır tadilatta. Otopark katına çalışan bu iki asansör de tadilat kapsamında yenilenecekmiş.

Akmerkez'in asansörleri ezdi geçti...

Günlerden Pazartesi. Yasemin ikinci vatan Almanya'sına geri dönmek üzere Havaş'a bindi. Işıl, Melis, annem ve ben de Ortaköy'e inmeye karar verdik. Aklıma geldi ki Hollandalı bir arkadaşım 'pashmina' şal istemişti birkaç zaman önce. Hazır inmişken onları da alırız.

Ortaköy meydanının o Arnavut kaldırımı benzeri yollarında başarıyla yürüdüm.
Kumpir yedik, üstüne Mado'da dondurma.
Aşkıma çok sevdiği fıstıklı dolamadan aldım.
Arkadaşımın siparişlerini alırken mor ve yeşilin tonlarını seçmekte zorlandım ama, sonra kendi beğendiklerimi alarak sorunu çözdüm.

Eve geri geldiğimizde annemin saçını boyadım. İşsiz kalırsam kuaför olacağım, o derece iyiyim yani :) Yegane müşterim olan annem çok mutlu çıkardığım işten. Yaklaşık yarım saat sonra aşkım geldi beni almaya. Akmerkez'e gittik, bazı alışverişimizi yapmak için. İşimizi bitirdik, otoparka inen asansörlere geldik. Orada sürekli karşılaştığımız bayan görevli ile selamlaştık. Biz geldiğimizde o yoktu, başka birisi vardı.

Burada, hemen, Akmerkez'in otoparkına inen asansörlerden bahsetmem gerekiyor. İki tane var. Her ikisinin de iç kabini küçük. En önemlisi de asansörlerin kapıları çok çabuk kapanıyor. Birinci kişi bindiğinde arkadan gelenin asansöre binmesi için Usain Bolt olması gerekiyor. Hadi diyelim ki Usain Bolt kadar hızlı değilsiniz, sadece bir adımınızı asansöre attınız. Ama o da yetmiyor ve asansörün kapısı üstünüze kapanıyor. Neden? Çünkü, hareket algılayıcıların jetonları köşeli. Kapıların arasında bir şey olduğunu jetonu düşene kadar anlamıyor. O arada siz arada sıkışıp kalıyorsunuz. Her seferinde kendimizi zor kurtarıyorduk da, Pazartesi akşamı kurtaramadık. Ve çığlık kıyamet, ben bir tarafa baston bir tarafa. İki seksen yerdeyim, sağ tarafımın üstüne. Aşkımla birlikte panik içindeyiz. Güvenlik görevlisi ne arada haber verdi, Akmerkez görevlileri ne ara geldiler, hiç bilmiyorum.

İlk şoku atlattıktan sonra kırık bir yerim var mı acaba diye onu hissetmeye çalıştım. Kırık çıkık yoktu, galiba. Aşkımın yardımıyla sırtımı duvara dayadım, hemen o an kalkacak gücüm yoktu. Bu arada o kadar çok insan çevremde, hepsinden yükselen bir uğultu var. Muhtemelen bir şeyler konuşuyorlar veya soruyorlar... Aklıma ilk gelen nasıl kalkacağım sorusuydu. Aşkım şikayetçi olması için nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gitti ki ben biraz daha oturayım. Giderken de arkasından ekledim: "Mahkemeye vereceğimizi de söyle!". Ve başladım ağlamaya. Yüksek rütbeli olduğu anlaşılan bir adam "Hanımefendi, biraz sakin olun." deyince tepemin tası attı: "Sakin olmam için bir sebep var mı? Nasıl sakin olmamı beklersiniz? Zaten sakatım, nasıl kalkacağım yerden?" ve buna benzer soruları sıraladım, ağlayarak. Akmerkez revirindeki doktor muydu, hemşire mi bilmiyorum bir görevli geldi. Sağ tarafıma düştüğümü söyleyince önce sağ tarafımı, sonra sol tarafımı kontrol etti.

O arada aşkım geldi. Revirdeki görevli bize revire gelmemizi, orada biraz daha sakinleşebileceğimizi söyledi. Önce kabul etmedim, ama sonra, tamam dedim. Ayaklarımı duvara dayadım, aşkım koltuklarımdan kaldırdı, hemen tekerlekli sandalyeye oturdum. Ama o kadar kasılmışım ki her iki bacağım da havada kaldı; bir türlü dizlerimi kırıp oturur vaziyete geçemiyorum. O şekilde gitmeye karar verdik. Tekerlekli sandalyeyi kullanan görevli çabuk çabuk hareket etmek isteyince, bacaklarımı çarpmaması konusunda uyardım.

Sanıyorum o zaman oldu. Önce sağ omzum atmaya başladı. Sonra sağ elim ve kısa süre sonra da kolumun dirseğe kadarki bölümü istemsiz bir şekilde titremeye başladı. Revire indiğimizde titremeler sallanmaya dönüşmüştü ve sol kolumda da başlamıştı. O kadar şiddetli sallanıyordular ki tansiyon aletini bile takamadılar. Kafam ve boynum kaskatıydı. Dişlerim birbirine çarpıyordu. Aşkım soğuk ter attığını söyleyince, tansiyonuna baktılar, yemesi için ekmek-peynir ve bol şekerli çay getirdiler.

Revir görevlisi damardan diazem yapmak gerektiğini söyleyince, iyice panik oldum ve reddettim. Aşkıma Ali Çetin hocayı ya da Hakan'ı aramasını söyledim. Hakan bilincim yerinde mi diye sordu, 2.5 yıldır kullandığım Lioresal'den (santral etkili kas gevşetici) bir tane alsın, dedi. Ambulansla hastaneye gitmemizi söyledi. Aşkım kardeşini çağıracağını söyleyince, Işıl'ı çağırmasını önerdim. Bütün bunlar olurken revir görevlisi aşkıma devamlı "Beyefendi şu çayı için, şunları yiyin lütfen." diyordu. Bana da "Hanımefendi, konuşun, bir şeyler söyleyin bize." Tabi, onu da anlıyorum, bilincim yerinde mi değil mi diye kontrol etmeye çalışıyor. Ama gereken herşeyi akıl mantık çerçevesinde söylemişim, daha ne söyliyeyim?

O arada bir bardak su geldi. İlacımı verdiler, ben "Pipet yok mu?" deyinceye kadar suyu boğazıma tıkadılar. O kadar sallanıyorum ki suyun ancak bir damlası boğazıma girdi, neyse ki onunla yutmayı başardım. Durduk yerde boğacaklardı bir de...

Sonunda ambulans da Işıl da geldiler. Ambulans mal kabul bölümüne yanaşmış. Fakat orada da tekerlekli sandalye için rampa yok. Sandalyenin kollarından tutup indirmeyi konuşuyorlardı ki, kolların çıkabileceğini söyledim dişlerim takırdayarak. Durduk yerde düşüreceklerdi bir kez daha...

Karga tulumba sedyeye koydular beni. Ambulansdaki sağlık görevlisi çok cici bir kadındı. Sedye ambulansa çıkınca ablam da bindi ve hareket aldık. O arada sağlık görevlisi tansiyonumu ölçmeyi becermiş: büyük 9, küçük 5. Işıl'a dedi ki: "Damar yolu açacaktım ama, tansiyon zaten çok düşük, diazem de yaparsak bir de geri getirmekle uğraşacağız ki o daha zor." Geri getirmenin tıpçasını söyledi tabi, ama biz anlamıştık. Ben de kendimde olduğumu kanıtlamak için 'Kaç yıldır bu iştesiniz?, 'Sevmeseniz yapılacak bir iş değil', 'Çocuğunuz var mı?' gibi konuşmaya çalışıyorum ki, kadın hemen diazemi basmaya kalkmasın. Yolda giderken bir de araba kazasına tesadüf ettik. Sirenler çala çala yolumuza devam ettik mecburen.

Amerikan Hastanesi'ne geldiğimizde her iki kolum boks maçı yapar gibiydi, sol bacak kaskatı sabit, sağ bacağım havada sola kaymış ve yine kaskatıydı. Ambulans görevlisi aynen TV'de izlediğimiz gibi hastanedekilere bilgi veriyordu. Bir grup hastane görevlisi beni ambulansın sedyesinden hastanenin sedyesine alıyordu. Bir hemşire bilincimi kontrol etmek için sorular soruyordu. O kadar hareket arasında tanıdık bir hemşire gördüm gibi geldi bana.


Acil servisin doktoru geldi. Damar yolu açmaları gerektiğini söyledi. Ben de eşimi beklemelerini, Hakan doktorla telefonda konuştuğunu söyledim. Damar yolu açmak için sağ kolumu iki hemşire sabitlemeye çalışıyordu, ama bir türlü beceremiyorlardı. Ben korkumu da söyledim: kolumu sabitlemeden nasıl takacaklardı katateri? Damarım yırtılabilirdi, çünkü daha önce başıma gelmişti yıllar önce; üstelik o zaman gayet düz tutuyordum kolumu. Doktor, Hakan'ı kendisinin de arayabileceğini söyledi. O arada hemşireler damardan diazem yapmazsak bu işin çözülemeyeceği konusunda beni ikna etmeye çalışıyorlardı.

Acil servis doktoru, Hakan doktorla konuşurken Celal'im de gelmiş. Sonrasını bölük pörçük hatırlıyorum. Doktor bana sol elimle bazı hareketler yaptırmaya çalışıyordu. Kaç kişi, nasıl sabitledi sağ kolumu? Bilmiyorum. Tek hatırladığım 'Burası benim ikinci evim.' dediğim ve kolumun yavaş yavaş sakinlediği. Diazemi de damardan yiyince...
Bir ara üşümeyle uyandım. Üstüme pike örttüler. Tekrar uyandığımda, Ceyhun da gelmişti. Doktor biraz daha istirahat etmemi söyledi. Aşkım geceyi hastanede geçirelim, dedi. Bence gerek yoktu. Doktor da zaten gerekli görürlerse tutacaklarını, tetkiklerin sonucuna göre tekrar konuşacağımızı söyledi. İyice açıldığımda, doktor muayenesini yaptı. Fark ettim ki sırılsıklam olmuşum. Üstümde başımda ne varsa, yakılacak hale gelmiş. Test sonuçlarında da bir yaramazlık yokmuş. Zaten, Hakan'da iyiyse gidebilir, demiş. Ben iyiydim.

Bir süre sedyede oturdum ki dengem yerine gelsin. O arada ablam bluzumun altına, hem öne hem arkaya kağıt havlular koydu ki, durduk yerde bir de zatürre olmamayım... Akıllı kadın :) Tekerlekli sandalyeye oturmadan önce biraz yürüyüş yaptım ki, ne durumdayım onu da görelim. O da normal.

Böylece ilk ambulans tecrübemi de yaşamış oldum.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Artur canım Artur

Sonunda sıra Artur maceralarına geldi :)

Cumartesi mi yoksa Pazar mı yola çıksak diye düşünürmüş bizimkiler.

Çünkü Yasemin'in uçağı Cumartesi sabaha karşı 2'de iniyor Atatürk Havalimanına. Işıl da tatile çıkıyor olduğu için işlerini bitirip, kendisini yedekleyen arkadaşına devretmesi lazım geldiğinden eve varışı geç bir saat olacak; İzmit'ten İstanbul'a gelecek, yani şehirlerarası yol yapacak. Ailece bir hastalığımız vardır, daha doğrusu vardı: geleni gideni arabamızla biz karşılamak-uğurlamak isteriz (isterdik). Gene mümkün oldukça yapmaya çalışıyoruz. Işıl tartmış biçmiş, bu seferkinden caymış, çünkü valiz yapacak.

Gidiş gününe, annemle ben karar verdik neticede. Dedik ki gün kaybetmeyelim, zira Işıl 1 hafta izin aldı. E, Yesemin'in de günleri sayılı. Cumartesi sabah 7 feribotuna bilet aldık internetten. Gece 10'a geliyordu aradım Işıl'ı ne var ne yok demek için. Çantaları yeni toplamaya başlamış, acayip yorgunmuş. Yol konusu açılınca, 'Nasıl gidicem bu yorgunlukla.' dedi. 'Amaaan canım, dert ettiğin şeye bak.' dedim. 'Yenikapı-Bandırma arasında ben kullanırım, sen uyursun. Zaten Yasemin de var.' Bir sevindi, bir sevindi anlatamam. Gözünde büyüyen tam da o kısmıymış yolun :)) Kardeşlerin böyle zamanlar için var olduğunda anlaştık, kapattık telefonu.

Cumartesi sabah 05.45'di saat çaldığında. Homurdana homurdana kalktık. Yüzümü yıkadım, tuvaletimi yaptım. Dişlerimi fırçaladım. Dün geceden hazırladığım yol kıyafetlerimi giyindim. Makyajımı yaparken telefon çaldı. Annemler yoldalarmış, 5 dakikaya gelirlermiş.

Uzatmayayım, hızlı feribotla geçince süre epey kısalıyor. Mola vere vere gittik. Teyzeme (Leyla) Burhaniye girişinde telefon ettik ki çayı hazırlasın. Yol yorgunluğu ancak çayla çıkıyor gibi geliyor bize. Bir de denizle. Eskiden olsa, saatin kaç olduğu fark etmez, yoldan gelince denize bir cup, ardından duş, ardından çay; yorgunluk falan kalmazdı.



İşte Artur'daki evimiz. Bambu storlu olan. Güvercin Koyu'nda. Artur'da üç koy vardır: Güvercin, Martı, Gemiyatağı. Kooperatif sitesidir Artur. Dedem İhsan Fulat'ın ömrü vefa etmemiş ki görsün; sadece çekilen kurada çıktığını bilmiş. Biz, beş torunu, çocukluğumuzda yazlarımızı hep beraber bu evde geçirdik Mesoş'la birlikte. Bazen anne-babalarımız da olurdu, ama onlar çalıştıkları için sayılı gün kalırlardı. Kendimi düşünüyorum da, değil beş, bir çocuğa bile birkaç saat zor dayanıyorum. Onda da ne yemek yapmak var, ne çamaşır, ne temizlik, en önemlisi ne de sorumluluk. İyi ki varmışsın be Mesoş!

Evin manzarası.Deniz çok uzakmış gibi çıkmış bu fotoda. Ama öyle değil, öğlen yemeği için, ya da başka bir şey için sahilden eve gelinebilir.

Sabah kahvaltısını bu manzara eşliğinde yaparız. Deniz eğer çarşaf gibiyse, kahvaltıda fazla oyalanılmaz. Doğru denize.
Bu tatilde de böyle mi yaptık?

Arkası yarın :))

11 Eylül 2009 Cuma

Nesin Vakfı ve sel...

Nesin Vakfı'nın yöneticisi Ali Nesin'in selden ne kadar etkilendiklerini anlatan bir duyuru ve yardım isteği yazısı. İnternet sitelerine daha önce girmediyseniz - benim gibi -, 'Bahçemiz' ilk bakılması gereken yer bence. Sonra anasayfadaki 'Sel Felaketi' resimleri... Üç resmi yazıya ben ekledim, orjinal metinde yoktular. 'Öncesi-Sonrası' yapamadım, içim el vermedi... Mümkün olduğunca çok kişiye ulaştıralım bunu ki, sular çekilip çamurla başbaşa kaldıklarında, en azından gönüllerimizden kopan bağışlar yanlız olmadıklarını hissettirsin. 'Hangi kaynakla?' kısmını daha az düşünüp, yeniden 'Nasıl' yapacakları konusunda daha yaratıcı olabilsinler.

Vakıftaki herkese çok geçmiş olsun diliyorum.

Ali Nesin'in yazısı:



Sevgili Dostlar,

Kotumserlige kapilmaca yok.

Hayat bir mucadeledir. Bu sel felaketini de bu mucadelenin bir parcasi olarak degerlendirip eski gunlerimize donmek icin canla basla, askla sevkle calisacagiz. Eskisinden daha da guzel bir vakif yapacagiz.

Yarin cok daha kotu bir sel felaketi bekleniyormus. Nasil mumkunse! Elimizden geldigince hazirlaniyoruz.

Kucuk cocuklarimizi anneleriyle birlikte Istanbul'daki evlerimize yolladik. Vakif'ta sadece eli is tutan gencler kaldi.

Gormeden anlasilmaz ama felaketin boyutlarini anlatmaya calisayim.

Su anda camurdan bir vakfimiz var desem abartmis olmam.


Bodrum kat bastan asagi, giris kati bir bucuk metre kadar su altinda kaldi.

Bahcedeki su dune kadar boyu asiyordu.

Simdi suyu gitti diz boyu balcigi kaldi. Cizmeyi birakmadan ayaginizi balciktan kurtarmaniz zor. Selin surukledikleri meyve agaclarinin arasina takilmis, agaclari egmis, kocaman bir bariyer olusturmus. O yemyesil bahceden geriye eser kalmadi. Coluk cocuk hep birlikte o kadar da cok emek vermistik ki...

Hayvanlarimiza yem icin ektigimiz onlarca donum tarla batakliga dondu.

Seralarimiz kimbilir nerelerdeler.



Komsu haradaki onlarca at boguldu. Muhtesem atlardi. Hep birlikte kosmaya basladiklarinda zemini zangir zangir titretirlerdi.

Cocuklarimiz, o atlari kucucuk boylariyla citin ustunden uzanarak, bahceden kopardiklari tutam tutam cimlerle beslerlerdi. Minicik ellerle atlarin koca koca dislerini yanyana gormenin keyfine doyum olmazdi ...
Baskalarina para kaynagi olan o atlar bizim nese kaynagimizdi. Gitti gider canim atlar.

Tiyatro salonumuz taninmaz halde. Su anda icine bile girilemiyor.

Mutfagimiz kullanilmaz durumda, icine zor giriliyor.



Camasir makinalari, bulasik makinalari, kurutma makinasi, buzdolaplari, firinlar, sogutma depolari, kalorifer kazani... Medeniyet namina ne varsa yok oldu.

Et stogumuz perisan. Kokusmadan gommek gerekiyor. Ama nereye? Her yer
balcik.

Su, elektrik, telefon, internet kesik elbet.

"Dereboyu"ndaki evime uzun sure ulasamadik. Aziz Nesin'in en onemli notlari oradaydi. Sel, agac kutugunden karavana kadar, ne bulmussa onune katmis tum siddetiyle akiyordu. Neyse ki ev yikilmadi ve notlara bir sey olmadi. Mucize diyesim geliyor.

Kullanilmaz hale gelen koltuk, kanape, yatak yorgandan ya da tamamen suya gomulen elbise depolarimizdan soz etmiyorum bile.

Bitirmek uzere oldugumuz "Sanatci Evi" perisan. Yeni bastan yapacagiz.

Kitap depolarindaki on binlerce liralik Aziz Nesin kitabi mahvoldu.

Aziz Nesin'in yillarca biriktirdigi gazete koleksiyonunun buyuk bir kismini ciltletmistik. Buyuk olcude parasizliktan ama bir miktar da ihmalkarliktan ciltletemedigimiz binlerce gazete hamur oldu. 1976'nin Politika gazetelerini gordum. Icim acidi.

Mezunlar dahil butun buyuk cocuklarimiz Vakf'a geldiler. El birligiyle Vakf'i temizlemeye calisiyorlar.

Felaketin boyutunu anlamak icin gormek, yasamak lazim.

Iki tesellimiz var:

1) Hicbirimize bir sey olmadi.

2) Aziz Nesin'in butun arsivi kurtarildi. Cocuklarimizin ilk aklina bu notlar gelmis. 3000 dolayinda dosya... Inanilmaz bir surat ve imrenilecek bir isbirligiyle cocuklar butun dosyalari su basmadan kutuphaneden ikinci kata cikarmislar. Sabahin korunde uykularindan firlayip... Cocuklarimizin kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi soz dinlemez olabilir, ama hic gormedikleri Aziz Dede'lerinin notlarinin ilk kurtarilacak esya oldugunu biliyorlar... Egitim iste boyle bir sey olmali.

Her seye karsin iyimserligimizi elden birakmayacagiz ama. Surekli ileriye bakmaya and ictik. Mucadeleye devam!

Sevgili Dostlar,

Nesin Vakfi'nin ana binasini depreme karsi guclendirmek gerekiyordu. Bu sel felaketiyle birlikte binanin zemini daha da zayiflamistir. Binayi guclendirmenin maliyeti 350-400 bin lira arasinda. Sel felaketi dolayisiyla zararimizin da (insan gucunu saymazsak) 250 bin TL dolayinda oldugunu saniyorum. Bizim boyumuzu fersah fersah asan meblaglar bunlar. En zor zamanlarimizda hep yanimizda olan sizlerden butcenize gore bir katki bekliyoruz. Internetten bagis icin:

https://secure.cs.bilgi.edu.tr/nesinvakfi/bagis.php

Banka hesap numaralarimiz asagida.

Cok tesekkurler.

Sizlere ve gelecege inancimiz sonsuz.

Hepimizden sevgiler, saygilar.

Ali Nesin

http://www.nesinvakfi.org/

*TL hesaplari:*

İş Bankası, Parmakkapi Subesi Sube kodu 1042 Hesap no. 0714327

*Ziraat* Bankasi, Catalca Subesi, Sube kodu *130, *Hesap no.* 952 22 32
- 5001*

*Vakıf Bank,* Catalca Subesi, Sube kodu 237, Hesap no. 434 84 59

*Posta Çeki* no.*164 00 09*

* *

*Euro hesaplari*

*Ziraat Bankası*, Catalca Subesi, sube kodu *130, Hesap no. 952 55 01 --
5003 (IBAN: *TR 80000 1000 1300 9525501 5003)

*Vakıf Bank*, Catalca Subesi, sube kodu *237, Hesap no. 400 79 36*

Dolar hesabi:

*Ziraat Bankası*, Catalca Subesi, sube kodu *130, hesap no. 952 55 01 --
5001* (*IBAN: *TR 37000 1000 1300 9525501 5001)

*Vakıf Bank*, Catalca Subesi, sube kodu *237, hesap no. 400 79 37*

*CHF hesabi*

*Ziraat bankasi,* Çatalca Şubesi, sube kodu *130, hesap no. 952 55 01 --
5002* (*IBAN: *TR 10000 1000 1300 9525501 5002)

Swift Kodlar:
Ziraat Bankasi, Çatalca Subesi Swift kodu: TCZBTR2A
Vakif Bank, Çatalca Swift kodu: TVBATR2A

10 Eylül 2009 Perşembe

Doğru söze ne denir!

Aşağıdaki yazı aşkıma e-posta olarak gelmiş. O da bana göndermiş.


Hayat ileriye doğru yaşanır,ama geriye doğru anlaşılır...


19 Mayıs 1919


-Yav bırak Mustafa abi yaa, sen mi kurtarıcan memleketi Allah aşkına!

- Ama işgal zırhlıları...

- Boşver şimdi sen işgal zırhlılarını filan... Gün gelir, memleketin malını mülkünü tapusuyla İngiliz'e satar bunlar.

- Yok canım!

- Yeminle söylüyorum, İngiliz vatandaşı bakan bile getirip koyarlarsa şaşma.

- Ama ahval ve şerait...

- Güzel abim yaranamazsın. .. Bak şimdi binicez bu dandik gemiye, taaa Samsun'a gidicez, savaş, boğuş, kendimizi paralayacağız, diyelim becerdik, devrim mevrim, anlata anlata dilinde tüy bitecek, sonra sen kahırdan ölücen, önce biraz ağlıycaklar , sonra gene "Son Osmanlı Padişahı" diye pankart açacaklar, mezarında dönücen.

- Saltanat kalsın diyosun yani...

- Alışmadık kıçta don durmaz abi, egemenlik megemenlik vereceğine, iki çuval kömür ver, daha iyi... Aha buraya yazıyorum, açlıktan nefesleri kokarken padişahlarına saltanat uçakları alırlar, bu gemiyi de jilet yaparlar, söylemedi deme.

- Efkárlandım be...

- Yakma o cigarayı gözünü seveyim, yarın öbür gün belgesel yaparlar, keş gibi gösterirler seni haberin olsun.

- Hal çaresi nedir peki?

- Al padişahın kızını, yırtalım.

- Millet ne olacak?

- Onlar da ulemaya sorsun artık ne olacaklarını, bize ne, kendi düşen ağlamaz.

- Laik olmasınlar mı, birey olmasınlar mı , kendi lisanları olmasın mı, şıhlara şeyhlere mi bırakalım kaderlerini?

- Bak ne güzel söylüyorsun, kader der geçerler, takalım takkemizi bakalım dalgamıza, iş çıkarma başımıza...

- İyi de, yazık olmaz mı?

- Asıl bu yaptığını yaparsan yazık olur... Bazıları sana inanacak, etkilenecek, senin fikirlerini yaşatmaya kalkacak, hayatları kayacak, evleri basılacak, içeri tıkılacaklar, kimine saçını örtmediği için fahişe diyecekler, kimine milletin malını Arap'a satmayın dediği için komünist diyecekler, kimine Ne Mutlu Türküm Diyene dediği için faşist diyecekler, darbeci diyecekler.. . Yorma ahaliyi, kula kulluk edelim, rahat edelim.

- Yok arkadaş, ben bi deniycem.

- E sen bilirsin gari .

9 Eylül 2009 Çarşamba

Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor

Haziran 2009:

Cumhurbaşkanı Gül için kilometrelerce uzunluktaki otoban trafiğe kapatıldı, vatandaş yollarda perişan oldu.

Cumhurbaşkanı Gül dün hem Karaman’daydı hem de Ankara’da. Üstelik karayoluyla seyahat etti. Devlet büyükleri şehir içinde seyahat ederken trafiğin kesilmesi Türkiye’de zaten olağan bi durum. Ancak bu kez Türkiye, şehirlerarası otoyolun da protokol için kesilebildiğine şahit oldu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Karaman’dan Ankara’daki bir nikaha yetişmek için yola çıktı. Ancak Gül ve ekibi geç kalmışlardı. Cumhurbaşkanı’nı eski Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen’in oğlunun düğününe yetiştirmek isteyen bürokrasi, iki şehir arasındaki yolu kapatarak bir ilke imza attı. Bu olaydan geriye ise, Cumhurbaşkanı düğüne yetişsin diye kendi işlerinden ve zamanlarından olan vatandaşın çaresiz isyanı kaldı.

* * * * *

Eylül 2009

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün oğlu Mehmet Emre Gül, maça Başbakan'ın özel uçağıyla gitti. Emre Gül, uçağı kaçırmamak için polislerden yardım aldı ve o esnada yoldan geçmekte olan motorsikletli Şahin Trafik Polisi'nin motorunun arkasına binerek herkezin şaşkın bakışları arasında Sabiha Gökçen Havalimanına geldi. Başında kaskı olmayan ve kendisini VİP salonunda 25 dakika bekleyen Başbakan Erdoğan'ı daha fazla bekletmek istemeyen Mehmet Emre Gül koşarak VİP salonuna girdi ve başbakanlık uçağı DAP'ın 5 dakika sonra havalandığı görüldü.

Barreleye Fish

Şeffaf kafatası ve tüpsü yeşil gözleri olan bir balık bu. İlk baktığınız anda gözleriymiş gibi gözükenler aslında burun delikleri. 600 metre derinde yaşayan bu balık parmak kadar bir şey, çok büyük değil.

HD kalitesinde seyretmek için 'HD' tuşunu tıklayın.

Teşekkürler Berna'cım :)

Cennette hizmetçi olmak da varmış :))

Bunları söyleyen, ne bileyim bir senarist ya da bilim-kurgu yazarı olsa, 'Vaay, ne yakalamış ama!' denir. Ama 'İlahiyatçı' kimliği ile bilgi vermeyi amaçlayan bir eserin yazarı olunca, 'orda kal portakal' der bazıları.

"Niye birileri bu kadar çok nimete sahip? Bunlar geçici, bu bir imtihan. Bu nimetler onlar için azap olacak."

Hangi nimetler?
Kimdir 'onlar'?
Nasıl bir azap olacak?

"Cennete girecek dünya kadınları, 12 güzellik ve cinsellik vasfıyla onurlandırılacak.(..) O kadar güzel yaratılacaksınız."

Şimdi tut ki Megan Fox, Tyra Banks cennetteler, daha hangi 12 güzellik ve cinsellik vasfı kazanacaklar? Hııı, buldum 12'nin 1'ini: Megan'ın elleri de pek çirkin yav :)
Ayrıca 'onurlandırılmak' ne mana?
Niye kadınlara pozitif ayrımcılık yapılıyo? Hadi, erkekler de bişilerle onurlandırılsınlar ama?
Allah'ın yarattığı herşey gibi biz kadınlar da güzel değil miyiz yani?

"(Cennette) istediğiniz her nimete sahip olacaksınız. Orada erkek ve kadın hizmetçilerimiz de olacak." Çok yakın sekreter gibi görev yapıyor olacaklarmış.

Anlaşılan bu cennet herkese için diilmiş, baksana cennette hizmetçi olmak da varmış!
İyi de hoca, dünyada çalışıp didinmekten öldük, cennette yine mi iş, ne sekreteri yav?

Diye sormaz bizim millet. Konu 'din' olunca, sorgusuz sualsiz kabul eder.

İlahiyatçı Ali Rıza Demircan hakkında suç duyurusunda bulunup, 'Cennete hakaret'ten dava açılsa ne komik olur değil mi?

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=170844&cat=160&dt=2009/09/06

Not: Yorumları da okumanız tavsiye olunur.

Eyvah ki ne eyvah

C.bşknı A.G. Çankaya Köşkü'nde işçi, işveren ve memur konfederasyonlarının genel başkanlarına verdiği iftar yemeğinde Karabağ için (3 Eylül 2009, HT)

'İyi şeyler olacak'

demiş.

En son 'İyi şeyler olacak' dediğinde (Bkz. Tarih yalan söylemez yazım, 25.08.09) neler olduğunu gördük...

8 Eylül 2009 Salı

Shoot'em Up: Hepsini Vur

Herşey LinkedIn'deki bir anketi yanıtlamamla başladı.

Ne kadar zamandır blog sahibi olduğumuzu soran bu ankette bana uyan tarih aralığını seçtikten sonra, hangi konularda yazdığımı da anlattım. İzzet Güvenilir ile ilk tanışmamız böyle oldu. Ardından Mesoş'umun vişneli un helvasının tarifine yazdığı sempatik yorumu ve 13 Ağustos'taki mesajı...

Kendi blogunda konuk yazar olmam için davet ediyordu. Tabi büyük bir sevinçle kabul ettim :) 28 Ağustos'ta ilk yazım yayımlandı.


http://www.guvenilir.org/2009/08/ne-bakyosun-demeyecekti.html

Keyifli okumalar diliyorum :)

1923 ile 1938 yılları arası...

Cumhuriyetimizin ilk yıllarına ait çarpıcı bir yazı.

Allah aşkına, okuyun!

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=953425&Date=8.9.2009&CategoryID=99


1920'li yıllar

(www.modeltrenciler.com)



1933, Kütahya Treninde

(www.ataturk-resimleri.com)




(www.mimarlarodası.org)



Hakimiyeti Milliye Gazetesi

29 Ekim 1933

(kemaloncu.blogcu.com)



7 Eylül 2009 Pazartesi

Ben geldiiim!

Ne kadar çok şey var anlatacağım!

Dün akşamüstü yuvama döndüm. Banyo, akşam yemeği, falan, filan derken ayacıklarımı uzatıp oturmamla sızmam bir olmuş. Sabahtan bir set egzersizlerimi yaptım, sonra bütün günüm e-postalarımı temizlemekle geçti. Aslında ilk iş bunu yazmalıydım, neyse artık.