Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

26 Kasım 2009 Perşembe

Bizim ailede bayram kutlamaları

Bayram sabahı erkenden kalkılır. Mümkünse yeni alınan bir şey giyilir, yoksa da özenli giyinilir. Kadınlar makyajlarını yapar, erkekler traş olur. Saçlar başlar taranır, kokular sürünülür.  Ailenin en büyüğüne gidilir. Benim tarafımdan aile büyüğümüz Mesoş'umun kardeşlerinden birisi yani annemin dayısı. Onun alışkanlığı bayramın birinci günü kabristan ziyaretlerini yapmak olduğu için anneme gideriz. Aşkımın tarafında en büyük anneannesi olduğu için ona bayram ziyareti yaparız.

Benim tarafımda çok sevdiğim bir geleneği devam ettiriyoruz. Ailenin en küçüğü, en büyüğünden başlamak üzere bayram tebriki yapar; şayet seviyorsa el öper, ki ben sevmediğim için bu kısmı atlarım. Bu törende ailedeki herkes yaşı itibarıyla en az bir kişi tarafından öpülür, kucaklanır, sarılıp sarmalanır. Ailenin en küçüğünü de hepimiz, tekrar öperiz ki, o kişi şimdi Melis'ciğim oluyor :) Tabi, kuzinimiz Selin'in kızları Irmak ve Nehir de varsa iş değişiyor, en küçükler olarak onlar yerlerini alıyorlar :)))

Bu fasıl bitince likör ve şeker ikramı başlar. Yine en küçükler bu ikramları yapar. Bazı bayramlar öyle oluyor ki, en küçük olarak ben kalmış oluyorum. Ama nedense ikramları bana yaptırmıyorlar ;-)

Şimdi kuzucuğum Merve'nin babası İhsan amcamızın vişne likörü tarifini veriyorum.   


1.5 kg vişne
20 adet karanfil
5 adet kabuk tarçın
Bir su bardağı toz şeker (250 gr)
Bir küçük şişe Binboğa votka
 
Vişneler yıkanacak, sapları ayıklanacak.
Bir büyük cam kavanoza vişnelerin yarısı konulacak, karanfil, kabuk tarçın ve şeker ilave edilecek, üstüne kalan vişneler eklenecek.
Bu karışım güneşli bir yerde 20 gün bekletilecek. Ara sıra kavanoz sallanacak.
20 gün sonra votka ilave edilecek. 10 gün daha güneşde dinlendirilecek.
Bir ay sonunda süzgeçten likör süzülecek ve şişelenecek.
(Şekli bozulmamış vişneler pudding ve dondurma yayında kullanılmak üzere buzdolabında saklanılabilir.)
 
Afiyet olsun ve teşekkürler İhsan amca :)

24 Kasım 2009 Salı

Belli makamların TOP 10 listesi - her an değişebilir :)

Evvettt sevgili okurlaaarr!

‘Akepe’den Bayılanlar, Bayılıp da Ayılmayanlar’da yine birlikteyiz.  TOP 10 listemizde bakalım neler olmuş:

Shakira'nın klibine sansür isteyen RTÜK Başkanı Davut Dursun sürpriz bir çıkışla, 'Toplumun milli manevi değerleriyle Etiler'de oturanların değerleri aynı mı?' sorusuyla TOP 10 listemize 10.cu sıradan girmeyi başardı.

‘Milli Eğitim Bakanlığı otomatik pilota bağlandı.’ ve 'ÖSS sınavında sıfır alanları eleştirenler, ne dediklerinin farkında değiller.' gibi enteresan yaklaşımlarıyla Milli Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik TOP 10 listesindeki 9. sırasını kimseye kaptırmadı. 

THY uçağının Hollanda'da düşmesinin ardından önce büyük bir şükranla kimsenin burnunun bile kanamadığını beyan eden, ardından ölü sayısını loto tahminleri gibi açıklayan ve en sonunda da akıl tutulmasına yol açan: 'Açıklamalarımızda hiçbir çelişki yok. İlla can kaybını artırmaya yönelik bir gayret mi göstermeliyiz?' sorusunu soran Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım TOP 10'da 7.ci sıradan 8. sıraya geriledi. 

İş isteyen kadınlara 'Evdeki işler yetmiyor mu size hanımlar?' diyebilen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu TOP 10 listesinde 1 basamak yükselerek 7. sıraya yerleşti. 

Fantastik bir karakter olarak farklı bir evrende yaşadığına inandığımız YÖK Başkanı Yusuf  Ziya Özcan 6.sırada.  Üniversiteden atılmaların neden kaldırılacağını açıklarken: ‘Mesela öğrenci der ki, bir sene yurdışında çalışayım veya bir dünya turuna çıkayım…’

Gündemin saatlik değişimleri T.C. Devleti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yaramadı.   Kürt açılımı için söylediği ‘Bunu biz çözemezsek gelir başkaları çözer.’ TOP 10 listesinde 2.cilikten 5.ciliğe geriledi.

TOP 10 listesinde 4.cü sıraya ders kitapları, araştırma, bilimsel yayınlar vs yerine bir TV dizisinden öğrenmeyi öneren Akepe Adana Mvekili Ömer Çelik oturdu. 'Milliyetçi gençler, 12 Eylül dönemini anlatan 'Bu Kalp Seni Unutur mu?' dizisini izleyerek yakın siyasi tarihi öğrenebilirler.'  

Çalışma Bakanı ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer: 'Laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkelerin yerini daha müslüman bir yapıya devretmesinin zamanı geldiği düşüncesini taşıyorum.' diyerek TOP 10'da hak ettiği 3.cü basamağa yerleşti ve yerini sağlama aldı.

İkinci sırada Başbakan Yrd. ve Devlet Bakanı Bülent Arınç var: 'Yüzlerce şehit derneği var. Gerçek şehit annesi tabutun başında önüne bakarak ağlar. Öbürleri profesyonel ağlayıcı, slogan atıcı.'  Bu gidişle TOP 10'da her zaman kendisine bir yer bulacak.  

Ve sıra geldi TOP 10'daki 1 numarayı açıklamaya. Ayy, çok heyecanlıyım ay! İşte karşınızda 1 numaranın sözlerinden seçmeler, bakalım tanıyabilecek misiniz?

'Elhamdülillah şeriatçıyız.'
‘Cumhurbaşkanlığını elimin tersiyle ittim.’
'Her 10 Kasım'da yaygara kopartılıyor.'
'Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor mu diye, Millet isterse tabi gidecek be!'
‘Ben Darfur’a gittim. Soykırım görmedim. Zaten bir Müslüman soykırım yapmaz.’
'Çin'de olanlar adeta soykırım.'
'Atalarımız derenin intikamı ağır olur demişler.'
'Yahudiler icat yapıp oturdukları yerden para basarlar.'
Çeşitli yerlerde, farklı kişilere: 'Başlatma şimdi!', 'Şimdi küfrettireceksiniz bana!', 'Sana ne ya!', 'Ne densizsin ya!', terörist Abdullah Öcalan'a 'Sayın', şehitlere 'Kelle' diyen civanım delikanlı RTE'nin TOP 10'da liste başı kalmasına yardımcı olan,  protesto eden özürlü vatandaşlar için, korumalarına verdiği emir: 

‘Bağırıp çağırmadan hiçbir şey anlayamadım ki. Ya çocuklar gidip ilgilenin şununla, bağırıp çağırmasınlar ya!' 

Şimdi haklı olarak bunlar neyin TOP 10'u, diyeceksiniz. Derhal yanıt veriyorum: Adalet Bakanı Sadullah Ergin geçenlerde şöyle demiş:

"Belli makamları işgal edenlerin, söyledikleriyle nereye varılacağını iyi düşünmeleri, iyi hesap etmeleri gerekiyor. Çünkü bazı söylemler olumsuz tablolar yaratıyor ve bunun bedelini de Türkiye ödüyor. O nedenle beyanlar daha titiz verilmelidir."

21 Kasım 2009 Cumartesi

Analar ağlamasın

Analar ağlamasın! Son günlerin moda feryat figanı. A canım, yeter artık analar ağlamasın! Daha kaç anayı ağlatacaksınız? Ananı da al git! Ay pardon, o ana başka anaydı; bu ağlamaması istenen başka ana... Ne kadar şah damarını patlatırcasına bağırarak söylenirse söylensin içi fena halde boş, herhangi bir nedene bağlayarak doldurulamaz. Dolayısıyla hiç bir anlam ifade etmiyor ve en azından Türkiye gibi ülkelerde hiçbir zaman etmeyecek de. Çünkü, içinde bulunduğumuz şartlar bu sözleri anlamsız kılıyor.

Ama şu da var ki, ota boka gaza gelen bir millet için, bağlamsal anlamsızlık hiç bir şey ifade etmeyecek.

Faruk Ertızman abimizin aşağıdaki yazısını okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.


Analar Ağlamasın...


İyi niyetli bir slogan mıdır? Bence, sorgulanması gerek! Bunu söyleyen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olsa da sorgulanması gerekir mi? Kesinlikle! 
Osmanlı Devleti 1914-1918 yılları arasında, başta Çanakkale cephesi olmak üzere, Kafkasya, Kanal, Yemen, Galiçya, vs. cephelerde 4 yıl boyunca çarpışmıştır. Anadolunun insan varlığını sonuna kadar emen bu cephelerde, Osmanlı, 1 Milyondan fazla gencini kaybetmiştir. Anadolu’da en az bir evladını, adını saydığım cephelerde bırakmamış her halde tek bir ev ve ocak yoktur, ki onlar daha fazla sayıda baba, amca, oğullarını kaybedenlere göre kendilerini daha şanslı saymaktadırlar. Yüz yıllarca, Osmanlının tebası olarak askere gitmişler, kah kahraman olarak ölmüşler kah bir yenilginin ağırlığını omuzlarında ve yüreklerinde taşıyarak köylerine ve kasabalarına dönmüşlerdir. Her evin uğradığı kayıplar, yoksunluklar ve yoksulluklar, acı ve hüzünlü birer türkü olarak geri gelmiş; en derin acılar türkü olarak, yine de Türk Milletinin büyük hoş görüsüyle müzik nağmeleri olup, onurlu bir geçmişin müzikli anıları olmuşlardır. Kim unutur ki Yemen Türküsünü. Kim unutturabilir ki?
1.Dünya Savaşı yenilgisi karabasan gibi yurda çökmüşken, ağuların en acısı vucüdü sarıyorken, milletine inanan bir büyük insan, çelik iradesine inanarak halkının... kalkın demiş, düşün peşime... bu zilletten kurtulmak yine sizin elinizde... En üretken insanlarını, aslında asıl amacı Osmanlıyı (Şark Meselesi) tasfiye etmek olan 1. Dünya savaşında, hovardaca harcamıştır Osmanlı... Kan kaybı büyüktür.
Binlerce ana-baba, oğullarını kaybetmiştir. Analar ve babalar, Anadolunun çileli insanı, yüzlerce yıldır ağlamıştır. Osmanlının tebası olarak, 600 yıl asker olmuş, kendini bağlı saydığı devletini, kanıyla ve canıyla ayakta tutmaya çalışmıştır. Padişahın, ne amaçla istediğini bilmediği her asker talebinde verecek bir canı olmamış mıdır? Analar ağlamıştır, bacılar ağlamıştır ama kendisinin sahibi saydığı devleti her başvurduğunda, yeter ben neler verdim, daha ne istiyorsun diye baş kaldırmamıştır. Sessizce, canı yanarak ve yüreği dağlanarak kapıya dayanan devlete, oğlunu, kocasını, kardeşini, düğün dernekle  teslim etmemiş midir? 
Esaret ve zulüm altında inlerken, milletin maküs tarihini yenecek bir liderin peşine, onca insan ve mal, mülk yoksulluğuna rağmen takılan insanlarımız kimlerdir? Kimlerdi onlar? Dürrizade Abdullah Efendi, o zamanki başbakan Damat Ferit ve o zamanın Amerikası İngilizlerin telkiniyle, bugünün “Analar ağlamasın”anlayışına benzer fetvalar çıkarıyordu. Diyordu ki, gitmeyin onun peşinden, onlar eşkiya! Onlar hain! Onlar dinsiz!
Yoksul ve yoksun Anadolu’nun anaları diyemezler miydi Mustafa Kemal’in çağrısına; biz çok ağladık Mustafa Kemal!.. Çok ağladık! Yeter artık! Bunca sene, padişahın yoluna oğullarımızı, kocalarımızı, Dünyanın her köşesinde heba etmedik mi?.. Daha ne istiyorsun bizden? Ama vatanın bağrına sokulan hançerin acısını herkesten çok o analar fark etti, fark etti de, 17-18 yaşında, daha delikanlılık çağındaki en çok sevdiklerini, Mustafa Kemal’in emrine vermekte zerre kadar terddüt etmedi. İşte, bunlar dedi elimdekiler... bunlar kaldı, al!  Ben çok ağladım, yüzyıllarca ağladım... Ama al!
O yoksul ve yoksun halk... Türk halkı, son ve şerefli bir savaşa daha kalkıştı: Kurtuluş Savaşı! 
En çok, o anaların hakkı değil miydi... yeter artık ağlamayalım demek! Ama demediler... O çağrıya, Mustafa Kemalin çağrısına, tüm acılarını içlerine gömerek, onurlu bir geleceği ne yazık ki, yine ölümle, kanla kurmak için koşa koşa gittiler. Vatan tehlikedeydi. Tehlike de kapıda. 
O sırada Damat Ferit, dinciler, Şeyhüldinci (İslam demek içimden gelmedi) Dürrizade Abdullah Efendi, analar ağlamasın diye hançerelerini yırtmakla meşgüldüler. Kuvay-ı Milliye’ye karşı, Kuvay-ı İnzibatiyeyi çıkartmakla meşgüldüler. Halka sesleniyorlardı ve diyorlardı ki: Ey Millet! 7 Düvel ile nasıl mücadele edeceksiniz; gücünüz yok, paranız yok, silahınız yok!
Evet, o çağrıya o kutlu insanlar uysaydılar; artık analar ağlamasın deseydiler... ne olurdu?.. Hem ağladılar hem de gencecik oğullarını Mustafa Kemal’in emrine verdiler... Duraksamadan!
O günün 7 Düveli yine boş durmuyor. Artık, kendi gelmiyor işgale ülkeleri. Maşaları var. On lar ki harici bedhahlardır, dahili bedhah bulmakta asla başarısız değiller. Ve belki de dünden daha fazla isteklisi var bu ünvanı taşımaya. Bu ülkenin insanlarını bölmeye, fitne fesat çıkartmaya eskiden olduğu gibi yine devam ediyorlar. 25 yıl bu ülkede ayrılıkçılık tohumları ekmeye çalışanlar çok mesafe aldılar. 25 sene bu ülkenin insanlarına terörün acılarını yaşatanlar, artık zamanın geldiğine, şartların olgunlaştığına inanıyorlar, tabii kendi açılarından. Niye bugün bunları söylüyorlar diye durup düşünmek gerek! Niye şimdi? Değişen nedir? 
“Analar Ağlamasın” demek, bu ortamda farklı anlamlar kazanıyor. Tıpkı, her şeyden vaz geçip ölmeye yatmak gibi bir şey bu! Bir ülke ki, varlığına kastedenlere karşı, savunma hakkından vaz geçmeye çağrılıyor, orada vahim şeyler olmaktadır. Ve, olan biten, kafamızı çevirip, görmezlikten gelip, yolumuza devam edebileceğimiz bir şey değildir. Uykularımız kaçmalı, kendimize gelmeliyiz. Ve... kendimize sormalıyız: Ülkesinin çıkarları için, Irak’ta ve Afganistan’da evlatlarını feda etmekten çekinmeyen, menfaatleri için geçmişte, Vietnam’da 70.000 evladını o topraklarda bırakan ABD’de, “Analar Ağlamasın” diyen bir başkan çıkmış mıdır?

18 Kasım 2009 Çarşamba

Dinleniyorum, dinleniyorsun, dinleniyor

Her sabah 7-7.30 civarı kalkarız yataktan.  Kahvaltıya oturduğumuzda günlük gazeteleri okuruz. Gazeteyi her elime alışımda, 'Nolur bugün arşive koyacak bir haber bulamayayım.' derim. Ama burası Türkiye, yönetenler malum, mümkün değil yani.

İşte bugünün konusu: RTE diyor ki:
'Beni bile dinlediler.'
Hoppaaa! Bu da nereden çıktı, dedim. Bunu söylediğinde, yargının en üst makamlarındakilerin dinlendiğinin alenen, belgeleriyle falan ortaya çıkmış, tartışılıyor. Sanıyorum şöyle bir hava yaratmaya çalıştı: bre gafiller, siz kendinizi ne sanıyorsunuz; bu zındıklar BENİ yav BENİ, yani T.C.'nin başbakanını bile dinlediler, siz nesiniz ki onlar için, fındık-fıstık-çerez!

İyi de kardeşim, dinlemeler belli bir merkezden yapılsın, gelişigüzel herkes herkesi dinlemesin diye kurulmadı mı TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı)? Kurulduğundan beri de doğrudan Başbakanlığa bağlanmadı mı? Buradan bakınca iki olasılık çıkar karşımıza:

  1. TİB, Akepeyi bitirmek isteyen odakların güdümüne girmiştir; dinlemişlerdir ki aleyhine kullanabilsinler 
  2. Ortam böyle bulanınca 'mazlum' rolüne bürünmenin zamanı gelmiştir 

Kim hangisini anlamlı buluyorsa, ona inansın. Ama, ikinci olasılığa inananlara hemencik aklıma geliveren soruları sorayım:

  • Sizce RTE, civanım delikanlı, gerçekten dinlendiğini öğrense, yeri göğü birbirine katmaz mıydı?
  • Değil gece yarıları, güpegüngüz en acil tarafından 'Diğerleri önemli değil de, Akepe üst kadrolarını dinleyenlerin tez kellesi vurula' manasında bir kanun çıkarmaz mıydı, Ceza Kanunu'nun 132, 133, 134, ve 285. maddelerinde dinlemelerle ilgili öngörülen cezaları birkaç ay artıracağına? 
  • Adelet Bakanlığı müfettişlerine savcıları devreden çıkaracak yetkileri verir miydi? 
  • AB'ye 'Bakın bakın, nelerle uğraşıyorum, siz de kalkmış reformlar diye tutturuyorsunuz' demez miydi?

Vallahi tutamıyorum kendimi ya.

Hükümet Sözcülüğü yapan, Bakan Cemil Çiçek'in gazetelere yansıyan ifadesi:
'Dinlemeyi talep eden yargı mensubu, kararı veren yargı mercii, dinlenen kişi de yargının mensupları. Bu üçlü arasında olup biten şeydir. Kim neyi tartışıyor, onu anlayabilmiş değilim.'
Buradan kendisine sade vatandaş olarak yardımcı olayım, olayı anlaması açısından yani. Olay basitçe kanuna uygunluk açısından ele alınırsa,  hukukun üstünlüğü ilkesi ihlal edilmiş olur. Zira, kanuna uygun olan her şey, hukuka uygun olmayabilir. Birbiriyle çelişmeyen, uyumlu normlar bütünü olan hukukun, böyle olmadığında doğru sonuçlar verecek biçimde uygulanmasından bahsedilemez.

Ben lafımı ortaya kodum, beğenen alır beğenmeyen bırakır gider.

17 Kasım 2009 Salı

Küresel kriz, dünyadaki işsizlik oranları ve Türkiye

Yine işsizlik oranları açıklandı. Değişen bir şey yok demek isterdim ama, durum daha vahim hale gelmiş. Geçen yılın Eylül ayı rakamlarına göre işsizlikteki artış Temmuz'da %2.10, Ağustos'ta %2.7. Yani işsizlik oranı geçen yılın Eylül'ünde %10.7 iken, bu Temmuz'da %12.8, Ağustos'ta %13.4 olmuş.

Bakınız RTE 16 Kasım 2009 'da ne diyor bu gidişe:

'İşsizlik konusunda şu anda bakın biz dünyada yani işsizliğin artışı noktasında en az artış gösteren ülke konumundayız. Hatta bugün yeni açıklamalar var bununla ilgili. ABD'den tutun Avrupa Birliği üyesi ülkelere baktığınız zaman en az artış gösteren ülke konumundayız. O da 2.6-2.7-2.8 gibi... Ama bizim dışımızdaki ülkelede bu oranların 3-4-5-6'lara vardığını görüyoruz. Tabi, çalışacağız, gayret edeceğiz ve düşürmenin gayreti içerisinde olacağız.(..)Tedbirlerimizi alıyoruz.'

ABD'nin aynı aylardaki işsizlik oranı: %6.2'den %9.8'e çıkmış. Değişim: %3.6.

'Büyük Türkiye' olduğumuz için, Avrupa Birliği ülkelerinin büyükler liginden  kıyaslamamız gerekenlerden bazı örnekler verirsek: Fransa'nınki %8'den %10'a çıkmış; İngiltere'ninki %6'dan %7.8'e çıkmış. Hollanda'nınki ise %2.7'den %3.6'ya. Asıl yazmak istediğim örnek ülke Almanya'da %7.10'dan %7.60'a yükselmiş. Avro bölgesindeki artış %2, OECD'deki artış %2.07. Yani, yok  öyle %4-5-6'lara çıkan bir artış.

Ekonomik daralmayı diğer AB ülkelerinden daha sert yaşayan Almanya, nasıl olmuş da işsizlik artışını %0.5'de tutmayı başarmış? Ülkenin yöneticileri kendi dinamiklerini, zayıf ve güçlü yanlarını iyi bilen politikacılar olarak realist önlemleri belirleyerek, taviz vermeden ve zamanında uyguladılar. Muhtemelen daha başka aldıkları önlemler vardır mutlaka ama, gazetelerden takip ettiğim ikisi önemli: kısa çalışma ödeneği ve hurda araç teşviki.

Almanya ile benzer durumdayız: onlarda da otomotiv ana ihracat kalemi, bizde de. Küresel kriz var. Ana ihraç ürününüzü satamadığınızdan dolayı o sektörün ölümünü mü beklersiniz, yoksa kurtarmak için çabalar mısınız? Ölümünü beklemek pek akıllıca olmaz gibi, neticede kriz bir gün bitecek ve siz tekrar ihracat yapmaya başlayacaksınız.  Einstein olmaya gerek yokmuş bunu bilmek için, değil mi? Dolayısıyla, uzun dönemli bir strateji belirleyerek bu sektörü ayakta tutmak her hükümetin görevi.

Bizimkiler ne yaptı? Zaten eşşek yüküyle aldıkları vergiyi belli bir dönem için indirdiler. Bence stratejik bir hata yaparak, sadece yerli üretim otomobilde geçerlidir bu indirim demediler. Parası olan yine gitti ithal otomobil aldı. Kendi fabrikamızdaki kendi işcimiz maaş alacağına, elalemin (Alman, Fransız, İtalyan, Kore, Japon) işcisinin maaşını ödemiş olduk. Dönemin bakanı, araba satışları dönemlik hız kazandığı için, millete yani sana-bana, sürü mantığıyla hareket ettiğimizi söyleyerek memnuniyetini ancak böyle ifade edebilmişti.

Aylarca ha çıktı, ha çıkacak denen, otomotivi canlandıracak bir başka önlem olan hurda indirimi sadece 30 yaş üzeri araçlarla sınırlı kaldı. Halbuki burada servis araçlarının da yenileneceği bir hurda indirimi uygulanabilirdi. Bakan Nihat Ergün hurda indiriminin gelemeyeceğini bakın nasıl anlatıyor:

'Tüketim malları, otomotiv, demir çelik, beyaz eşya, mobilya gibi sektörlerin hepsinde bazı şeyler yapıldı. Bu sektörlerin bundan sonraki gelişmelerini, dünyadaki ekonomik gelişmeleri yakından takip etmeden, hemen spekülatif bir yaklaşımla olaya eğilmek doğru olmaz. Dünyanın değişik piyasalarında da otomotiv sektörü açısından bazı müspet gelişmeler de var. O gelişmelerle birlikte ele alıp bir izleyelim konuyu. Konuyu izlemeden, yakın takibe almadan nereye gidiyor. Sektör kendine ne adımlar atıyor. Dünyadaki gelişmeler nereye gidiyor. Bütün bunları birlikte değerlendirelim ondan sonra oturur yine hep beraber masanın etrafında karar alınması icap ediyorsa yeni kararlar alırız. Ama evvela bir manzarayı gelişmeleri görmek lazım.'
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere reaktif bir hükümetimiz var.

Kısa çalışma ödeneği başvuran alsın mantığı ile değil de, özel sektör temsilcileriyle biraraya gelinerek hükümetin doğrudan teşvik etmesiyle yapılsaydı, belki bugün böyle anormal yüzdelere ulaşmazdı işsizlik oranımız.

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: reaktif olmak, inatla reaktif olmaya devam etmek. Yani, dış faktörlerin yönlendirdiği, başkalarının öngörüleriyle hareket eden ve edilgen. Pardon ya, Osmanlı'nın devamıyız diye tutturanlardan başka ne beklenir ki?

16 Kasım 2009 Pazartesi

Şapkayı alıp kaçmak ya da kaçmamak, işte bütün mesele bu

"Fötr şapkalarını alıp kaçanları çok gördük." dedi R.T.E. "Bundan önce olduğu gibi de kalkıp, bırakıp gitmem. Gereği neyse onu yaparım."

Bir nevi eski Türk filmi repliği: 'Gereği düşünüldü. Yaz kızım mübaşir..'. Gereği neyse onu yaptı, yapmaya devam ediyor da zaten.

Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla sabitlenince, bir gece yarısı operasyonuyla askeri darbe tehdidini de bertaraf etti. Akepe parti örgütü devlet mekanizmasına en ince noktası-virgülüne kadar entegre edildi. Cumhurbaşkanlığı dahil, tüm organlarda mutlak hakimiyet sağlandı, sağlanacak.

Hukuk devletinin olmazsa olmazı yargı bağımsızlığı  ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri, HSYK'da Adalet Bakanı ve müsteşarının doğal üye olarak bulunması ve Kurul üyelerinin Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi sayesinde delik deşik edildi.

Bir yandan, Doğan grubuna kesilen vergi cezası davasında Maliye Bakanlığının 'reddi hakim' talebiyle 'devlet olarak hakimlerime güvenmiyorum' demesi; diğer yandan, K. Irak'tan gelen PKK'lılar için 'teröristlerin ayağına mahkeme gönderilmesi' olarak görülen uygulamada teröristleri serbest bırakan hakimler. Kısaca 'benden taraf olanlar' ve 'benden taraf olmayanlar' şeklindeki paranoya. Hukuk siyasallaştırıldı, normalde siyaset hukuksallaştırılacağına.

Doğrudan Başbakan'a bağlı olan TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı), yetkili mahkeme tarafından verilen arama kararına, 'gizli' diyerek istenen kayıtları vermeyebiliyor. Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararına rağmen, Uşak Eşme'deki altın madeni Çevre Bakanlığının talimatıyla faaliyetlerine devam edebiliyor. Düşünün ki, yetkili mahkemelerin kararlarına uymaya gerek görmeyen kurumlarımız, bakanlıklarımız var artık...


10 Kasım'da, Atatürk'le ilgili açılan pankartlar için Meclis Başkanına "Attırsana o pankartları. Meclis böyle mi yönetilir?" dedi. Meclis Başkanı da "Gereğini yapacağım." diyerek, demokrasi söylemlerinin aksine, ne kadar diktatoryal bir şekilde yönetildiğimizi kanıtladı.

Arada kazara protesto eden olursa, karikatür çizmeye kalkanlar olursa, muhalif yazılar-kitaplar yayımlanırsa vay hallerine. Keyifli bir günündeyse, en hafifinden azar işittikleriye kalırlar, yalancılıkla, spekülatör olmakla, provokasyon yapmakla suçlanırlar, rezil olurlar, bir daha toplum içine çıkamazlar. Aynı mekanda bulunuyorlarsa yukarıdakilere ek olarak, derhal tekme-tokat, apar-topar, ağızları kapatılarak ya da ense köklerinden kedi yavrusu gibi kavranıp uzaklaştırılırlar. Diğer hallerde kamu görevlisine hakaretten, devlet büyüğüne hakaretten, kişilik haklarına saldırı ve benzeri nedenlerden bir hapis cezası veya tazminat davasıyla karşı karşıya kalırlar ki, Allah düşmanımın başına vermesin.  

Willam L. Shirer 'Nazi İmparatorluğu' isimli üç ciltlik eserinde, Hitler'in Weimar Cumhuriyeti'ni bunlara benzer parlamento darbesiyle yıkarak aslında diktatörlük olan Demokratik Cumhuriyet'i nasıl kurduğunu anlatıyor. Benzetmek gibi olmasın ama...

12 Kasım 2009 Perşembe

Yoğun bakımdayken felç olduğumu anlıyorum

Anlatılanlara göre, büyük bir heyecan içinde, gözlerim fal taşı kadar açık, yatakta dimdik oturarak sormuşum: 'Gözümde çapak var mı?' Ve yanıt beklemeden, tekrar düşüp uyumuşum.

Yoğun bakım ünitesinin ortamı ameliyathane kadar olmazsa da korkutucu. Ameliyathaneden farkı daha sıcak ve yattığınız yerin daha yumuşak olması, sanki. Her yanım çeşit çeşit makinalarla dolu; her biri ayrı bipleyip, yanıp sönüyor, kolumda ve göğsümde elektrotlar, iki bacağımda neredeyse alçı kadar kalın sargılar, daha kim bilir neler...

Kendime geldiğimde yorgundum. Kafam boynumun üzerinde taşıyamayacağım kadar ağırlaşmıştı; biraz da büyümüştü sanki. Ne kadar da olsa bir sersemlik de vardı. Her şey çok yolundaymış, bir yaramazlık yokmuş gibi gelmişti ilk an. Üstüme örttükleri beyaz örtü pike değildi de, çarşafdı herhalde, çünkü ne kadar hafifti.  O an, ameliyattan önce doktorumun felç olma durumuyla ilgili uyarılarını hatırlayınca, korktum. Hiç kıpırdamadım ki, hissetmediğimi, hareket edemediğimi yanlızken fark etmeyeyim. Yanımda bir destek olsun, birinden güç alayım istedim.

Ayıldığımı haber verince, aşkım geldi beni görmeye. Sanki yıllardır onu görmemişim gibi oldum. Farklı bir sevinç, farklı bir heyecan. Yanıma geldi, duyacaklarından endişeli, yine de kocaman gülümseyerek sordu: 'Nasılsın karım?'. Görüş alanıma, sağ bacağımı okşayan eli girdi. Okşamasına, elinin bir aşağı bir yukarı hareketine takılmışım. Çok garipti. Elinin hareketlerini gördüğüm halde, herhangi bir şey hissetmediğim için, neredeyse bu sahne sadece görüntüde var gibiydi. Gerçek değilmiş gibiydi.

"Elini hissetmiyorum." dediğimi hatırlıyorum; bacaklarımı, ayaklarımı oynatmaya çalıştığımı, başaramadığımı; aşkımın kolunda hıçkırıksız, sessizce ağladığımı.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Kılavuzu karga olanın...

http://www.guvenilir.org/2009/11/kilavuzu-karga-olanin.html

Yeni seyrettiğim bir film ve yazım. Keyifle okuyun :)

Boğaz ağrısına, batmasına karşı...

Boğazınız hafif ağrıyorsa, batıyorsa hemen batticon'lu gargara yapın. Bir bardak suya, suyun rengini değiştirecek kadar batticon ilave edin. Ben genellikle çay kaşığını batticon'a 2-3 kez daldırıp bir bardak suyu bu kaşıkla karıştırıyorum. Günde 3-4 kez  boğaz gargarası yapıyorum.

10 Kasım 2009 Salı

Yine bir 10 Kasım


Yazı başlığı: Özür diliyorum 

Atam, şehitlerle beraber kurduğun bu ülkede,
çağdaşlık seviyesinden geri adımlar atıldığı için özür diliyorum;
demokrasi katledildiği için özür diliyorum;
laiklikten nefret edildiği için özür diliyorum;
bilimin ve akılcılığın yerini yobazlık aldığı için özür diliyorum;
'Gençliğe Hitaben'i tam ters anlamda yorumlayan gazeteciler olduğu için özür diliyorum;
'Mustafa' diye bir film yapıldığı için özür diliyorum;
Osmanlı hilafetinin son üyesinin cenazesinde tarikata şov yaptırıldığı için özür diliyorum;
Her '1 Mayıs' günü orantısız güç kullanıldığı için özür diliyorum;
Şehit yakınları T.B.M.M.'ne Türk bayraklarıyla alınmadığı için özür diliyorum;
Türk olarak doğan her bebeğin 10 bin TL borcu olduğu için özür diliyorum;
21. yüzyılda Başkent Ankara'da tuvaleti olmayan okul olduğu için özür diliyorum;
Türkiye ile 'Müslüman Süper Güç' diye dalga geçildiği için özür diliyorum;
En çok da Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında pastadan çıkartıldığın için özür diliyorum.
Atam, özür dilenecekler keşke sadece bunlar olsaydı. Liste daha da uzayacağı için özür diliyorum. 

Diye imzaladım ben, Anıtkabir Özel Defterini. 
Buraya ekliyorum:

 "Ne mutlu Türküm diyene!" sözün ayrımcı kabul edildiği için de özür diliyorum.
 



  

9 Kasım 2009 Pazartesi

Yeğenim domuz gribine yakalandı

Dün akşam saatlerinde teşhis kesinleşti.

Canım Melis domuz gribi olmuş. Ateşi 37-39 derece arasında gidip geliyor. Geçen haftaydı, okuldan ablamı aramışlar, Melis'in servisinden bir çocuk grip oldu, diye. Okul ve servisler dezenfekte ediliyor ciddi ciddi. Hani, başkent Ankara'da şimdiki başbakan R.T.E.'nin mahallesinde, 21. yüzyılın süper gücü Türkiye'sinde tuvaleti bile olmayan okul gibi bir okul değil yani! Neyse...

Bir haftalık rapor vermişler hastaneden. Ama 'domuz gibi testi'nin yapılması sağlık bakanlığı tarafından yasaklanmış. Şimdi düşünün, bu test bir teşhis yöntemi, değil mi? Belki de tek kesin tanı koyma aracı. Yasaklamış bakanlık. Bu şuna benziyor; şiddetli baş ağrısı sebebiyle hastaneye geliyorsunuz, endişelisiniz acaba yanlış giden bir şey mi var diye. Teşhis koymak için MR çekilmesi lazım, ama o da ne? Bakanlık MR çekimlerini yasaklamış!

Bünyesi kuvvetli bir çocuktur. Düzgün beslenir, gerekli vitaminlerini alır. Saatinde yatar, uykusunu alır. İş ki zatürreye dönmesin, zaten tehlikeli yanı bu.

Çok geçmiş olsun Melis'ciğim. Kısa zamanda iyileş canım :)


8 Kasım 2009 Pazar

2010 Avrupa Kültür Başkenti'ne Frank Gehry yakışmaz mıydı?

Bugün, yani bir hafta sonu günü güzel bir şeyler yazayım istedim. Frank Gehry binalarından bahsedeyim size. Kendisi yaşayan en büyük mimarlardan birisi kabul ediliyor, dünya çapında diyorum. California-Los Angeles'daki Walt Disney Concert Hall, 





 Çek Cumhuriyeti-Prag'daki Dancing House,  


    

 

İspanya-Bilbao'daki Guggenheim Müzesi benim favorilerimden, ama her eseri başlı başına bir değer. 







Bilir misiniz ki, 1997'de Frank Gehry'nin Guggenheim müze binası yapıldıktan sonra Bilbao kentinin talihi değişir? Guggenheim'in ardından, bir saat (96 km) uzaklıktaki, doğa harikası olması dışında pek bir özelliği olmayan San Sebasian'da İspanya'nın 3 Michelin yıldız almış ilk 'Bask mutfağı' restoranı açılıyor ve gerisi geliyor; bu da bir artı olarak haneye yazılıyor. Keyifleri için harcayacak kadar para biriktirebilen insanlar; buraya dikkat, zenginlerden bahsetmiyorum; Bilbao'ya 14 Şubat 2010'a kadar giderlerse Frank Lloyd Wright (Modern Mimarlık tarihinin en önemli kişilerinden biri, New York Guggenheim'ın mimarı) sergisini görecekler, ya da ziyaretlerini 12 Aralık'a denk getirenler, saat 18.30'daki yaratıcı süreç aktivitesine katılıp, 20.00'de aynı aktivitenin devamı olan konserle keyiflerini peçinleyecekler. Hazır gelmişken bir de 96 km uzaklıktaki  San Sebastian'a uzanıp, modernize Bask mutfağına 'Merhaba' diyecekler. Tadı damaklarında kaldığından ilk fırsatta tekrar gelecekler, eş ve dostlarıyla birlikte. İşte hikaye bundan ibaret. 


Nereye varmaya çalışıyorum?


2005 yılından beri konuşulan bir proje var. İnan Kıraç, Tepebaşındaki TRT'ye ait olan garabet; bina demeye dilim varmıyor; Suna Kıraç Kültür Merkezi haline getirmeye çalışıyor. Frank Gehry'e avan (ön) projesini çizdiriyor. Frank Gehry de son eserini bir İstanbul aşığı olarak, bu kentte yapacağı için çok mutlu oluyor. R.T.E. 'aman da aman, ne de güzelmiş' diyor ve tabi hemen ardından Kadir Topbaş'dan da projeye destek mesajları yağıyor. Sütü içen inek dağa kaçıyor, dağ yanıyor bitiyor kül oluyor. Alt yazı geçecek olursak,
dağ=avan projesini Gehry'nin çizdiği Kültür Merkezi projesi 


Elli bin türlü bilgi var ortada, herkesin içinin yağlarının eridiği bu proje nasıl hayata geçmedi, diye. Ben sebepleriyle değil, sonucuyla ilgileniyorum. İstanbul, dolayısıyla Türkiye, büyük bir fırsatı kaçırmış gözüküyor. Yukarıda Bilboa'daki Guggenheim müzesini görmeye gelenler, aktivitelerine katılanlar, İstanbul'a da gelebilirdi, değil mi? Oradan da, mesela yabancı basında sıklıkla ve övgüyle anılan Çiya'ya gider, Türk mutfağının sıradışı lezettinin tadına bakardı. Bunu gören diğer Türk şefler de Çiya'nın seviyesine gelmek için çalışırdı. Başarılı olanlar yabancı basında yer alırdı, bu iyileşme süreci bir sarmal halinde ilerlerdi. 


Bundan sonra, turistlere 'Buraya bir zamanlar bizzat Frank Gehry tarafından ön projesi çizilmiş olan bir kültür merkezi yapılacaktı.' der, o kazulet çirkinlik abidesi TRT binasını gösterirken 10-15 TL'lerini alırız. Türkiye ekonomisine ve GSMH'ya yaptığı katkılardan dolayı, 'Hırka-i Şerif'in bir kartpostalını devlet töreniyle veririz Gehry'ye, olur biter.

6 Kasım 2009 Cuma

Ameliyat sonrası narkozdan ayılma durumları

Aşkımın mesajından da gördüğünüz gibi, Ali Çetin Sarıoğlu'nun ifadeleri beni doğruluyor; ben söylemiştim zaten, çok kolay geçeceğini ameliyatın. Ama ne kadar süreceği konusunu hiç gündeme getirmemiş, işin uzmanına bırakmıştım :) Doktorumun tahmini neydi bilmiyorum ama, ameliyat 3 buçuk saat sürmüş. Kendime gelir gibi olduğumda kusmuşum. Üşümüşüm. 

İnsanlar narkozdan ayılırken çok enteresan oluyormuş. Kimisi küfrediyormuş ana avrat, kimisi ağlıyormuş, kimisi vücudundaki elektrotları sökmeye kalkıyormuş... Ben narkozdan ayılırken herkesi çok eğlendirmişim:

"Gözümde çapak var mı?"

Günün birinde kitap yazacak olursam, kitabımın adı bu olacak :))





 

5 Kasım 2009 Perşembe

Ameliyat sonrası aşkımın gönderdiği bilgi notu

Aşağıdaki yazı 17 Eylül 2004 tarihli.  Aşkımın tüm arkadaşlarımıza ameliyat ve sonrasını kısaca anlatmak için gönderdiği e-posta. 

canim arkadaslarimiz ,

Dilek 10 eylul Cuma gunu ameliyatini oldu,
Yaklasik 8-9 gundur bilgisayarimizi acmadigimiz icin sizlere simdi haberleri
gecebiliyorum.
Operasyon doktorumuz Ali Cetin Sarioglu 'nun ifadesi ile rahat bir operasyon
oldu ve tahmininden once tamamlandi.
Kendi ifadesi 30 yillik cerrah olarak ilk defa boyle bir kitle ile
karsilasmis su gibi mukoza gibi bir kitle beynin uzerinde duruyordu dedi.
Pek sevgili esim her seyin nadir ve zor bulunanini sevdiginden bu konuda da
tam isabetle az rastlanan bir olayi gerceklestirdi.

Ameliyattan hemen sonra yogun bakima aldilar, ilk olarak saat 18:30 gibi
gordum, ilk soyledigi sag bacagini hissetmedigiydi,
sol bacagini da az hissediyordu.Sabah gittigimde onunde televizyon yogun
bakimin gulu pozisyonundaydi.Doktorlar hemen odaya aldilar.
Pazartesi fizik tedaviden geldiler ve hemen calismalara basladilar. Cuma
gunu hastaneden cikana kadar her gun 1,5 - 2 saat sabahlari
fizik tedavi merkezinde ve 3 kerede odada olmak uzere yogun bir sekilde
egzersizlere basladi.

Cuma gunu hastaneden ciktigimizda Dilek az bir destekle kendi kendine
yuruyebilmekte ve her gecen gun daha da iyiye gitmekte.
Pataloji sonucunu yine hastaneden cikmadan once aldik.Cikarilan kitle
"bening meningioma  grade 1 transisyonel "olarak tanimlanmis
vaziyette tum pataloji belirtileri iyi huylu zararsiz oldugunu bildiriyor.Ayrica var
olan kemik dokusu kalinlasmasi da duzenli yapi olarak tanimlanmis.
Yani sukurler olsun her hangi bir kotu durum soz konusu degil.

Pazartesi  20 eylul Doktorumuz Ali Cetin Sarioglu ile bir adim sonrasini
konusacagiz. Eger gerekli gorurse bu operasyonda almadigi diger
kitleleri de  bir yada 2 operasyonla alma yoluna gidecek veya takibe alip
eger bir hareketlenme soz konusu olursa o vakit operasyon karari verecek.

Tum destek mesajlariniz , telefonlariniz icin cok tesekkur ederiz, Dilek ve
benim icin son derece onemli idiler, buyuk moral kaynagi oldular.
Cok ama cok tesekkur ederiz,

En kisa surede gorusmek uzere,

sevgilerimizle,

4 Kasım 2009 Çarşamba

Çabuk söyle, bulunduğun yer zengin mi?

Evet, değerli izleyenler.

Blogumda ilk kez düzenlemiş olduğum ankete katılanlara kocaman teşekkürlerimi aşağıdaki şahane dans gösterisi eşliğinde sunuyorum. So You Think You Can Dance Amerika'nın 5. sezonundan. Kayla yarışmanın başından beri favorimdi ve 4. oldu.

Ankete dönecek olursak, tecrübesizliğime geldiğini itiraf edeyim, çünkü açıklayacak bir sonuç bırakmamışım. Halbuki sadece çöp tenekelerini ve çöpleri sormam gerekirdi, sonuç olarak yüzde kaçımızın nasıl bir ortamda yaşadığımızı söyleyecektim.

Yine de yazayım: ankete katılanların %54'ü ne zengin, ne fakir bir muhitte; %36'sı zengin bir muhitte; %9'u da fakir bir muhitte bulunduklarını ifade etti.

Düşünürler Festivali mi yoksa Kiraz Festivali mi?

- Cumhurbaşkanı A. Gül, YÖK üyeliğine Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanı Emin Zararsız'ı atadı. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın gıkı bile çıkmadı; herhalde yeni atanan üyenin soyadına bağladı olayı. Daha önceden de üyeliğe atanan Maliye Bakanlığı Müsteşarı'nın, C.başkalığı Genel Sekreteri'nin, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları merkezi başkanı'nın Yükseköğretim Kurulu'nda ne işi var allasen, diye sormamıştı zaten.

- Üniversite kontenjanlarını 90 bin artırdı, üniversite sınavına giren adaylara barajı atlatmak için elinden ne geldiyse yaptı. Yine de 30 bin, evet evet doğru okudunuz, otuz bin öğrenci girdikleri üniversite sınavından sıfır, yani zero, yani null, yani zéro puan aldı. 251 bin öğrenci tek bir matematik sorusunu yanıtlamadan, sınav kitapçığındaki matematik sorularına elini bile sürmeden sınavdan çıktı. Yok yok, herhangi bişeyi protesto falan etmiyorlardı.

- Üniversite kontenjan artışı yaparken, Anayasa'nın laik eğitim ilkesine hiç takılmayarak, ilahiyat fakültelerine yüklendi. Mesela Atatürk Üniversitesi İlahiyat için 300 öğrenci kontenjanı istemiş, bizim başkan 500 vermiş; Cumhuriyet Üniversitesi 120 istemiş, bizimki 300 vermiş; Dicle Üniversitesi 150 istemiş, bizimki 400 vermiş; Iğdır ve Şırnak Üniversiteleri hiç kontenjan talep etmedikleri halde, bizimki birine 100, diğerine 70 vermiş; örnekler çok.

- Üniversiteye giriş sisteminde değişiklik yaptı ve katsayı uygulamasını kaldırdı. Böylelikle sanayi ve hizmet sektörlerine nitelikli ara kademe insan gücü sağlanmasının önüne geçti. Teknik liselerden mezun olanların, yükseköğretime geçişte kendi alanlarını öncelikli tercih etmeleri için herhangi bir sebep bırakmadı. Bu öğrenciler artık uygulamalı dersler yerine üniversiteye hazırlık kurslarına gidecekler. Diyeceksiniz ki, madem kimseye yaramayacaktı niye böyle yaptı. Ben kimseye yaramayacak demedim ki: katsayının kaldırılması İmam Hatip liselerine yarayacak. Düz liseye gitmekle İHL gitmek arasında hiç bir fark kalmadığı için, şimdiki hükümetin politikalarıyla da uyuşan daha çok İHL mezunu fantazisi gerçekleşecek.

- YÖK' e bağlı olan Açıköğretim Fakültesinin final sınavında soruldu; 'İnsanı En Oha Yani Yapan Soru' Oscar'ına aday: "Aşağıdakilerden hangisi kadına özgü bir davranış olarak kabul edilir? a)Çokbilmişlik b)Baskıcılık c)Konuşkanlık d)Mantıksal düşünme e)Kendine güvenme. Doğru yanıt 'c' şıkkı.

- Bizimkinin başkanlığında toplanan YÖK, hukuk fakültelerinin 13 anabilimdalı olarak örgütlenebileceğini açıkladı. Bilin bakalım, hangi ana bilim dallar bu yapıya dahil edilmemişti? Başta ROMA Hukuku olmak üzere, AB Hukuku, Çevre Hukuku vb. Kıyamet kopunca bunları Hukuk Tarihi Anabilim Dalının alt konuları olarak ilave ediverdi. Ve fakat, sizce ne ana bilim dalı oldu bu arada? Tabi ki de İSLAM Hukuku!

Bunlar da nerden çıktı diyeceksiniz, biliyorum. 2 Kasım'daki bir haber bunları yazmaya itti beni. Haber şu:

"YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Birleşik Arap Emirlikleri'nde '3. Düşünürler Festivali'ne katılıyor."

Olaya 'düşünürler festival' adını verdiklerini görünce, niye bizimkinin de gitmesi gerektiğini anladım. Festival dediğin şey şenliktir, yani gülmece güldürmecedir, eğlencedir. Bizimkinin yaptığı üç beş şeyi örnek olarak alt alta sıralayınca, bir de bunları 'düşünerek' yaptığına düşününce, festivalin diğer katılımcılarını çok eğlendirir...

And 'The Best Comedy Actor' Oscar goes toooo... :))

3 Kasım 2009 Salı

Grip: domuzlusu olsun, kuşlusu olsun...



Hasta olan kişinin mikropları hapşırdığında öksürüğü ile beraber 5-6 metre ileri gider. Bu mikropların yere düşmesi 2 saati geçer. Havada ya da düştüğü yerde 72 saat boyunca canlı kalır. Bu da, bağışıklık sistemi zayıf olanların üst solunum yolları hastalıklarını nasıl kaptıklarının açıklaması.

Bir yanda 'Domuz yemediğimiz için bize bişi olmaz!' diyen müslüman vatandaşlar, diğer yanda, 'Mevsim gripleri daha başlamadığı için, şu an hasta olan herkes domuz gribi.' diyen Sağlık Bakanlığı. Bu durum karşısında yapılacak tek bir şey kalıyor: derhal domuz eti yemek; çivi çiviyi söker hesabı ;-))

Herkese sağlıklı, domuzlu-kuşlu gripsiz günler dileği ile.