Türk Telekom'dan mıdır, blogger'dan mıdır, yoksa sebebi ve bilgisi verilmeden, kafaya göre yasaklanmasından mıdır nedir, bilmiyorum ama bloguma erişim sağlayamadığım için yazı ve tarih düzenim şaştı. Eylül'ün sonu gelmiş, ben hala Ağustos ayındaki tatilimi anlatacağım. Neyse...
30 Ağustos Pazar günü, mükellef bir kahvaltıdan sonra kendimizi denizde bulduk. Güvercin Koyu, Artur'un en büyük koyudur. Yarım daire şeklinde olan bu koyun her iki başında çocukluğumuzdan beri iskele vardır. Nedenini bilmemekle beraber bizim eve yakın olan taraftakine Büyük İskele, diğerine de Küçük İskele denir. Çook eskiden, Büyük İskele'yi Güvercin'in nispeten daha aklı başında gençleri; Küçük'ü ise iyice haşarı olanları mesken tutardı. Bundan dolayı iskeleye gideceksek Büyük'ü tercih ederdik, ama yine de çok gitmezdik.
Bir ara Büyük İskele açıklarına bir sal yapılmıştı. Biz de, tüm çocuklar sala gitmek istedik. Babam önce beni sırtına aldı, yüzerek sala götürdü, üstüne oturttu. Sonra ablamı getirmek için kıyıya yüzüyordu ki gençler salı sallamaya başladılar. Aman demeye kalmadan sal ters döndü. Ben de salın altında kaldım. Annemler gençlerin salı salladığını gördükleri an babama seslenmeye başlıyorlar ki geri dönüp beni alsın diye. Ama o sırada ben zaten salın varillerinin altına Garfield gibi yapışmışım! Neyse ki, yan sıramızdaki 2. evden komşumuz bir doktor amca vardı, o da o sırada saldaymış. Ters dönüpte benim sudan çıkmadığımı görünce, şnorkeri ve gözlüğü ile dalıp beni ense kökümden tutup sudan çıkarmıştı. Bu da böyle bir anımdı, paylaşmak istedim :)
Çok sonradan bizim denize girdiğimiz yere de bir iskele yaptılar, galiba ben üniversitedeydim. Oraya Orta İskele diyoruz biz. Sahile iner inmez, hemen suya baktık. Küresel ısınmanın belirtileri Artur'da da kendisini göstermeye başlamış. Eskiden resmen çivi gibi diye tabir ettiğimiz deniz suyunun sıcaklığı ortalamanın üzerindeydi. Önce iskeleyi kontrol ettik. Acaba oradan daha kolay girer miyim diye. Fakat iskenin merdivenlerini bir garip yapmışlar, en azından benim o merdivenleri kullanmam söz konusu değildi. Sahilden girdik. Su belli bir yüksekliğe gelince yavaş yavaş kendimi bıraktım Artur'un o buzz gibi suyuna, Yasemin'in kollarında. Biraz alıştıktan sonra, tanıdık yer ya, cesaretlendim, bitim kanlandı. Önce deniz ayakkabılarımı ve naylon çoraplarımı çıkarttırdım. Ayak bileklerim dönse de, ayak parmaklarım kartal pençesi modelinde olsa da deniz kumu sayesinde canım acımıyordu. Yaşasındı!
'Acaba kulaç atarak yüzebilir miyim?'
Kızlar beni gaza getirmeyi ihmal etmedi. 'Tabi canım, neden yüzemeyecekmişsin ki?' Hadi kızım, dedim. Hadi hadi de, o kadar kolay değil ki. Önce hatırlayacasın, hareketleri gözünün önüne getireceksin. Beynine komutu vereceksin, o komutla kolların bacakların hareket edecek. Beynine bir komut da nefes almak için vereceksin. Kısaca böyle.
Biraz kontrolsüzce de olsa, 3-4 kulaç atmayı başardım. Daha fazlasını da yapardım ama, arada beynime 'nefes al' komutunu vermeyi unutmuşum :) Tekrar denediğimde daha iyi becerdim. Üçüncü denemede artık bildiğiniz 'yüzdüm', kısacık mesafe de olsa :)) Tabi bununla yetinmeyip, 'acaba kurbağalamayı da mı denesem?' dedim, ve yanıt beklemedim. Bu stili, dizlerimi iyi bükemediğim için becerebildiğimi söyleyemeyeceğim. Bu arada, dışarıdan nasıl göründüğümüzü gözünüzün önüne getirmenizi istiyorum:
Spastik bir kadın yüzmeye benzer bir takım hareketler yapıyor, çırpınıyor; yanındaki iki kadın & bir çocuk denizin içinde sürekli peşi sıra koşuyorlar; spastik olan durduğu an diğerleri kollarında yakalayıp ayaklarının üstünde durmasını sağlıyorlar; dördüncü kadın ise denizin kenarında durmuş, onları gözleriyle takip ediyor!
Denizden titreyerek çıktık hepimiz. Havlumu sırtıma sararken Yasemin dedi ki:
'Kızım, ilk kulaçlarını attıktan sonra gözlerin öyle ışıldıyordu ki, güneş bile karanlık kaldı!'
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder