1 Eylül Salı günü erkenden kahvaltımızı yaptık. Rotamızı birkaç sene önce Hürriyet'te yayımlanmış bir gezi programının civarımızdaki yerlerden belirledik. Edremit - Küçükkuyu'daki Zeytin Yağı Müzesi'ne gitmek üzere yola koyulduk.
Adatepe Zeytinyağı firması tarafından hala kullanılmakta olan, yaşayan bir müze.
Solda müzenin girişi.
Sağda, bahçesindeki çakır çukur, kayalık! arazi. Beyaz Nike'lı ayaklar ve baston bana ait.
Müzenin üst katına bu merdivenleri tırmanarak çıktım. Yanlız, gerçekten 'tırmandım'. Fotoğrafta belli olmuyor sanki ama, basamaklar gerçekten çok yüksekti!
Sağda, müzenin üst katından bir kesit. Hediyelik eşya bölümüne uğrayıp, alışverişimizi de yaptık sonra, acıkmışız.
Yine gazetedeki gezi programından iki yer seçtik. Birisi yol üstünde bir yerdi. Eğer bulursak oraya gideriz, dedik. Bulamazsak Kaz Dağları'ndaki yerdi alternatifimiz. Yol üstündeki restoran kapanmış, ötekini sorduk yolunu tarif ettiler. Şimdi, tam bu noktada, şikayeti basıyorum. Tabelalar hakkında. Bu örnekte de anlatacağım gibi, bizim memleketin insanında 'Güzel bir tesis yaptım, yollara da yönlendirme tabelası koyayım da insancıklar burayı araken telef olmasın.' diye akıl yürütme yok. 'Noolacak yaa, sora sora Bağdat bulunur.' zihniyeti hakim. İyi de, arayan sora sora mı bulmak durumunda? Soranın sorduğu insan bilmek zorunda mı? Soran, bilen birini buluncaya kadar sormaya mecbur mu? Deli çıkar insan. Neyse... Yönlendirme tabelası olmadığı için, biz sorduk. Allahtan bilenlere sormuşuz. Bu kez de tarif özürlülere sorduğumuz için, üç kez yine yeniden sormak durumunda kaldık. Bir de, emin olamıyorsun ki! Adam biliyorum diye sana belki bambaşka bir yeri tarif etmiş! Allah için, başımıza bu gelmedi. Ama diyorum ya, emin olamıyorsun.
Gittik, gittik, epey tırmandık; neden sonra köyün birinde 'Zeytinbağı' diye tabelasını görünce, rahatladık. O ana kadar kimse bir şey dememiş, ama hepimiz doğru yolda mıyız, diye düşünüyormuşuz. Boru değil, bildiğin dağa tırmanıyoruz neticesinde.
Bu kadar mı huzur dolu bir yer olur? Bir kere doğanın seslerinden başka çıt yok. Az sayıdaki odaları sayesinde zaten insan kalabalığından uzaktasınız. Odalarına bakmadım, bahçesi beni etkilemeye yetti. Büyüklü küçüklü, dört beş ayrı bahçesi var. İnzivaya çekilmek için birebir. Yemekleri de çok güzeldi. Öğlen saatini geçirmiş olduğumuzdan, akşam yemeğine de yer kalsın diyerek ortaya bir şeyler söyledik: ot kavurma, kaygana, köy eriştesi, lorlu kabak çiçekli börek. İşte size bazı fotolar:
Geri dönerken, Kaz Dağları'na çıkarken gördüğümüz Tahtakuşlar Özel Etnografya Müzesi'nde kısa bir mola verdik. UNESCO tarafından ödüllendirilen bu müze, güzel ülkemin ilk köy müzesi olma özelliğini taşıyor. Bu müzedeki, Burhaniyeli balıkçıların ağlarına ölü olarak takılan dev deniz kaplumbağa ise, dünyada sergilenen en büyük deri sırtlı deniz kaplumbağası.
Güya programımızda Zeus Altarı ve yetiştirebilirsek Şeytan Sofrası'nda güneşi batırmak vardı. Ben giderdim de, ayaklarımın Ne Zeus'u, ne Altarı'nı, ne de Şeytan'la Sofrası'nı görecek hali kalmamıştı. Böyle olunca, herkes benimle eve dönmek zorunda kaldı :)) Şimdi, son foto. Ne demek istediğimi anlayacaksınız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder