Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Cunda Adası

31 Ağustos Pazartesi günü evde keyif yaptık. Ön balkonda sabah kahvaltısı, arka bahçede kahve keyfi derken, gün hızlıca gitmiş, haberimiz olmamış.

Pazar günü denizden sonra, Yasemin Işıl'la Melis'i Kuşkent'e Melis'in babaannesinin yazlığına bırakmıştı. Pazartesi günü hep birlikte gidip alacaktık. Öyle bir saatte gidecektik ki, gün batımına Şeytan Sofrası'na yetişelim, sonrasında Cunda'da rakı-balık yapalım. Tabi, biz kıymetli kaidelerimizi zamanında kaldıramadığımız için Şeytan Sofrası planımız yattı. Güneşi Kuşkent'ten ayrılırken batırdık.

Cunda'yı çok severim. Çocukluğumdaki hali bence şimdikinden bin kat iyiydi. Cunda Adası, adı üstünde bir ada. Annemlerin çocukluk zamanında motorla gidilirmiş. Gençlik dönemlerinde anakara ve ada arasına taşlardan bir yol yapılmış; hoplaya zıplaya o taşlardan yürüyerek gider olmuşlar. Benim çocukluğumda o taşların yerini, iki arabanın yan yana zor sığdığı bir 'yol' almıştı. Kim bilir kaç zamandır da, yerini 'duble yol'a bıraktı, asfaltı kaç kez yenilendi bile. 'Eski Yol' diye anılması ironik, değil mi? Taa annemlerin çocukluk-gençlik yıllarından bizim çocukluk günlerimize bile yetişen MTA'nın plajı yok oldu, o incecik kum yerini taşlara, kayalara bıraktı. Denizinin halini anlatmak bile istemiyorum, bataklığa dönmüş. MTA'nın plajı dediğim yer Cunda Adası'nın hemen girişinin sağ tarafı; solda ise niçin yapıldığını bir türlü aklımızın kesmediği beton yığını bir otel var. Ne zaman gitsek boştur, bakım falan hak getire.

İlk 'boğaz köprümüz'ün Cunda'da olduğunu biliyor muydunuz? İki adacığı birbirine bağlar. Asfalt şimdi, tabi. O kadar çok göz kirliğine maruz kalmıştır ki, tabelasını dikkat etmezseniz göremezsiniz bile.

Cunda merkezine ve adanın diğer tarafına doğru yolun ayrıldığı yerde eski bir değirmen vardır. Yılların yorgunluğunu artık taşıyacak gücü kalmamış, bu sefer gördüğümde. Fotoğrafı yanda. Hayranım bu değirmene. Çocukluğumda 'Çalışırken nasıldı acaba?' merakım, yaşım ilerledikçe 'Ne güzel bir ev olur!'a geldi yaslandı. Uzun zamandır yaslandığı yerde duruyor. Çok bir şey istemiyorum ki, asma katta bir yatak, kitaplarım için raflar ve mini mini bir banyo-tuvalet, giriş katı sadece mutfak ve oturma odası, kitaplarım için raflar ve yine mini mini bir banyo-tuvalet. Bahçede iki köpek. Ağaçlar, bitkiler - çiçekli, çiçeksiz - boy boy, çeşit çeşit. İki sallanan koltuk. Ağaç kütüklerinden bir-iki sehpa. Bir de aşkım.

Yemeği Adabeyi'nde yedik. Aşkımın kuzenleri Pizza Uno'nun sahibi. Onlara uğradık, bir tek İsmet'i görebildik. Zaten, İsmet bizi Adabeyi'ne yerleştirdi. Burayı İstanbul'daki restoranlardan ayıran tek şey, kedilerin çokluğu. Yoksa salata bile İstanbul'dakiler gibi, mısırlı falan. Cin akılsızın biri (Işıl'ın lafıdır) 'Salatada mısır niye yok?' diye sorduysa, yerel halk ne yapsın. 'Yok işte kardeşim' dese, Cunda'da bile İstanbul salatası yemek durumunda kalmayacağız... Ne ot kalmış, ne papalina. Belki de mevsimi geçmişti, ne bileyim. Ahtapot köftesi, deniz mahsüllü börek, şişte kalamar dolması ve yengeç bacağını ilk kez tattım. İkisi iyi de, kalamar dolması hiç olmamış, bence: kalamarı karidese dolamışlar, şiş yapmışlar. Kalamar sertleşmiş; ikisine de acıdım. Yengeç bacağının surumi'den yapılabileceğini hiç tahmin edememiştim; bu da olmamış sanki. Onun dışında haydarisinden deniz börülcesine tüm mezeler gayet başarılıydı. Barbun ve çipura sipariş ettik, acayip güzeldi. Hele barbun, of of offf...Yanında da Yeşil Efe... Kapanışı meyve tabağı ve fırında helva ile yaptık. Canımıza değdi :)

Şarkılar eşliğinde evimize döndük. Ertesi gün (Salı) için programımızı belirledik: Kültür Turizmi!

Not: Köylerde isim değişikliklerinin tartışıldığı bu günlerde, Cunda Adası'nın adının da Alibey Adası olarak değiştirilmiş olduğunu belirtmek isterim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder