Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

29 Mayıs 2009 Cuma

Sürpriz ve kontr-sürpriz

Eveeet, işte benim sürprizim: aşkımın kuzeninin düğününde çekilmiş, her ikimizin de çok beğendiği bir fotoğrafımız vardı. Arka fonda boğaz manzarası, yanıbaşımızda doğanın, yeşilin binbir tonu. Yan durarak pozumuzu vermişiz, aşkımın kolları beni belimden sarıyor.

Bu fotoğrafımızı kumaşa baskı olarak 40x40 ölçülerinde yaptırmıştım. Nasıl olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu; risk almıştım. Ama olsundu, düşüncesinin bile 10. yılımıza yakışacağına inanmıştım. Dün de kurye ile aşkıma teslim ettiler. Konuştuğumuzda paketin içinde ne olduğunu bilmemesine rağmen çok mutluydu. Açmasını söyledim, olmaz, birlikte açacağız, dedi. Küçük sürprizimin işe yaramıştı, mutlu olmuştu. Bu çok güzeldi.

Akşam eve geldiğinde paketi birlikte açtık; hakikaten hayal ettiğim gibiydi. Nereye asarız diye düşündüş, bol bol sarıldık, çokça öpüştük. Sonrasında aşkım oturduğum koltuğun önünde diz çöktü, lacivert kadife bir kutu uzattı, 'bu da benimki' dedi. Kutuyu elimde evirdim, çevirdim bir süre ve 'Niye yaptın?' diye sordum. 'Çünkü'dedi, başka birşey söylemeden. Kontr-sürpriz bir tek taştı; tek kelimeyle mükemmeldi. Kocaman sarıldım aşkıma.

Aşkımın onuncu yıl hediyesi, yirminci yıl hediyesi beklentimi yükseltti ;-)) Korkarım,'Diamonds are a girl's best friend' diyerek alçakgönüllü davranmış Marilyn Monroe.


Ek bilgi: www.yomaistanbul.com adresinde kumaşa baskı çalışmalarıyla ilgili örnekler görebilirsiniz. Murad Bey fotoğraf seçiminden kurye ayarlanmasına kadar çok yardımcı oldu bana; kendisine tekrar teşekkürler.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Çok özel bir gün bugün

Bugün evlilik yıldönümümüz :-)

Dolu dolu 10 yılı geride bıraktık aşkımla. Mutlu, komik, heyecanlı, sevgi ve saygı dolu 10 yıl. Yaşadığımız acıları, üzüntüleri, korkuları beraber atlattık, beraber ağladık her birinde.

Aşkımla ilk tanışmamız ta ortaokul-lise yıllarına dayanır. En iyi arkadaşımın kuzenidir kendisi. Bu en iyi arkadaşımla o zamanlar hafta sekiz gün dokuz beraberdik, aynı üniversitenin aynı bölümünde bile okuduk, o kadar yani. Artık ayda yılda bir telefonda sesini duyarsam cennetlik oluyorum, o ayrı bir yazının konusu. Aşkım, en yakın arkadaşım ve diğer arkadaşlar hep birlikte sinemaya gitmişliğimiz çoktu anlayacağınız. Araya üniversite, iş hayatı girince, seneler geçti görüşmedik.

Üç çift arkadaşımız ve onların çocuklarıyla birlikte mavi yolculuk yapmaya karar verdiğimizde takvim 1996 yılını gösteriyordu. Bir gün en iyi arkadaşım aradı beni, kuzenini hatırlayıp hatırlamadığını sordu, meğer o da bize katılmak istermiş. Neden ilk bana sorduğuna gelince, o zamanlar bir Amerikalı ile nişanlıydım. Benim için sorun olmadığını, grubun diğer üyelerine de sormamız gerektiğini söyledim, sonuçta altı kamaralı bir teknede onüç kişi olacaktık. İşin garibi, gruptan yanlızca bir çifti çok yakından tanıyorduk arkadaşımla, diğerlerini ismen biliyorduk, ama hiç karşılaşmamıştık. Tekneye binmeden önce herkez bir sefer birbirini görmüş olsun dedik, ve grupça balık yemeğe gitmeye karar verdik. Organizasyon şöyleydi: aşkım bana gecekti, tanıdığım çift bizi arabayla alacaklardı, oradan da yemeğe gidecektik.

Kapının zili çaldı. Küpemin tekini aceleyle taktım. Rujumu sürdüm. Saçımı son bir kez düzelttim. Koridorda kayarak kapıya gittim. Açmadan önce 'Kim o?' diye sordum. Ses çok bildikti, hiç değişmemişti. Kapıyı açtım. Ve o an ikimiz de çarpıldık! Neredeyse aramızdaki elektrik elle tutulacaktı, kalplerimizin gümbürtüsünden apartman ayağa kalkacaktı! Çok edepsiz şeylerin aklımdan geçtiğini hatırlıyorum :)

Birlikteliğimizin onüçüncü yılında, evliliğimizin onuncu yılında hala birbirimiz için edepsizce düşünebildiğimiz için hem kendimle hem de aşkımla gurur duyuyorum.

Son birşey daha, aşkıma bir sürprizim var, o gördükten sonra sizlere paylaşacağım. Bir dakika durun ya, hemen yaramaz şeylere yormayın sürprizimi, edepsiz düşüncelerle alakası yok ;-))

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Süper sesler dinlemek ister misiniz?

http://spacesounds.com/

Yukarıdaki bağlantıyı tıklayın. Pişman olmayacaksınız :) Hangilerini sevdiğinizi bana söylemeyi unutmayın.

Herkeze iyi haftalar olsun.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Gazeteci ne demek istemiştir?

Adını sonradan vereceğim bir gazetecinin köşe yazısından bir alıntı var aşağıda.

'...Harekete geçireceğiniz kitleyi baştan bir daha inşa edin,önce. Unutmayın! Organize bir kitle, kollektif bilinç ister. Ortak bir hafıza, ortak duygular. İki şeye behemahal ihtiyacınız var. Birincisi 'seçilmiş travma'lar bulmalısınız. İkincisi de 'seçilmiş zafer'leriniz olmalı. Her ikisi de 'seçilmiş kitle'nizi duygu birliğine ulaştırır. Biri, mağduriyet, mazlumiyet, mağlubiyet hissini besler, büyütür. Diğeri kahramanlık mitiniz olur; cesaret ve özgüven duygusu aşılar. Biri, ortak acılardan kollektif bir hafıza çıkarır. Diğeri, bir coşku dalgası gibi kuşatır, neferlerinizi. Duygu birliği güçlü bir bağdır. İkisi birden tükenmez bir motivasyon kaynağı olur size. Safları sıkıştırmanıza yardım eder. Kin, nefret verir; öfke, isyan duyguları uyandırır.Zehir gibi keskin olursunuz. Karşınızdakileri sindirir hem....Öyle korku salarsınız ki valla, mum gibi yaparsınız herkezi.'

Orta okul, lise yıllarımızda edebiyat öğretmenlerimiz sorardı, şair ne demek istemiştir, diye. Haydi okulumuza geri dönelim. Gazeteci burada ne demek istemiştir?

Giriş bölümü - hala devam

Amerika seyahatimizden önceydi. Bir gün öğlen üzeri, iş yerimde korkunç bir baş ağrısı, öyle ki kafamı duvara vurup patlatasım geliyordu. Benim gibi hayatı boyunca sayılı kereler baş ağrısı yaşayanlar için bunun nasıl bir his olduğunu tarif edemem.

Beni hemen Amerikan hastanesinin acil servisine götürdü canım iş arkadaşlarım; aşkımı da arayıp haber verdiler. Bilirsiniz hastaneye bu tarz bir şikayetle gidince ilk yaptıkları şeylerden birisi tansiyon ölçmektir. Benim de normalde büyük tansiyonum 9, küçüğü 6'dır; kalp atışlarım her zaman net duyulmaz. Herhangi bir zaman tansiyonum ölçüldüğünde muzipliğimden sesimi çıkarmam, bakalım tansiyonumu ölçen ne tepki verecek diye. Bir ölçerler, iki ölçerler, yüzlerinin rengi değişmeye başlar; daha fazla dayanamayarak 9-6 veya biraz altındaysa normal olduğunu söyler, rahatlatırım onları, ama yüksek ise sorun var demektir. Ama bu sefer kendimde değildim ki hemen söyleyeyim. Hemşirenin birkaç kez arka arkaya tansiyonumu ölçtüğünü zar zor fark ettikten sonra ancak söyledim ki kadıncağız beni ölüyor zannetmesin. Ağrı kesici bir ilaçla desteklenen serumu bağladır koluma. Ta akşam saatleriydi biraz biraz hafifledi başımın ağrısı.

Muayene eden nörolog hanım önce iki kolumu yana açtırdı; hem sağ, hem de sol işaret parmağımla burnumun ucuna dokundurdu birkaç kez. Tek tek gözlerimi kapatarak kendisinin kırmızı ojeli parmağını gözlerimle takip etmemi istedi. Ellerimi kendi ellerinin içine alarak önce sıkmamı istedi, sonra parmaklarımı sıkıştırdı ve açmamı istedi. Küçüklüğümden beri doktora her gidişimde -varsa- oynamayı çok sevdiğim refleks çekiciyle dizlerime vurdu. Bir çizgi üzerinde dümdüz topuk-parmak yürüyüşü yaptırdı. Ben kendimi biraz toparladığımı kanıtlamak için kendimce bir espiri yaptım: 'Vallahi sarhoş değilim.' Nörolog hanım kibarlığından gülümsedi. Bütün bunları yaparken sorduğu sorularla hem hastalığımın öyküsünü dinledi, hem de mental muayenemi yapmış oldu.

Bütün bulguların ışığında tanısını koydu: standart migren. Kim bilir kaç yıllardır kendimiz özel sağlık sigortası yaptırıyorduk, çalıştığımız şirketlerin yaptırdıklarından hariç. Her yıl sigortalarımızı yenilerken check-up yapılıyordu. Bunların sonucunda doktorlar bana 'Maşallah, müzeliksiniz!' derlerdi. Bunun anlamı ben standart Türk kadını değildim, sağlığım çok iyi idi; kan değerlerimin, ciğerlerimin, kalbimin vesaire durumunu tek tek yazamayacağım şimdi. Nasıl oluyor da nörolog bana standart bir migren teşhisi koyuyordu? Nerede ne yanlışlık yapmıştım da standart bir hastalığa yakalanmıştım?

22 Mayıs 2009 Cuma

Giriş bölümü

İşin ilk başını anlatmak istiyorum. Yıl 2004, aylardan Ağustos, beynimde tümörler olduğunu öğreniyorum. İşte öncesi.

Amerika'ya kardeşimi görmek ve biraz da gezmek için gitmeye karar verdik. Annem ve aşkımla beraber ABD konsolosluğunun vize bölümünden içeri girdik. Hatırladığım kadarıyla kocaman salonda bir yığın insan sırasını bekliyordu, biz de onlara katıldık. Tesadüfen en ön sırada oturduk. Bir yandan verdiğimiz bilgilerin üzerinden kim bilir kaç milyonuncu kez geçiyoruz ki bir aksilik çıkmasın. Düşünün adamlar nasıl korkutmuş gözümüzü! Bir yandan da gişedeki vize görevlileri ile vizeye başvuranlar arasındaki konuşmalara mecburen tek taraflı kulak misafiri oluyoruz. Mecburen ve tek taraflı diyorum çünkü Amerikan tarafı kurşun geçirmez camların ardından diyafondan konuşuyor, en ön sıradan duymamak imkansız. Türklerin bir çoğunun sesi ya hiç duyulmuyor, veya cılız bir mırıltı geliyor kulaklarımıza.

Her bir Türk vatandaşının sorgulanmasının ardından pek çoğuna vize verilmediğini anladığımızda annemle korkudan parmaklarımızı kemirdik, ya bize de vermezlerse diye. Hele bir tanesi vardı ki, herkezi geri çeviriyordu, ona düşmeyelim diye dua ettik. Sıra bize geldiğinde korkulan olmuştu. Üçümüz gittik camlı bölmeli sırat köprüsüne. Kel kafalı, gözlüklü, ince yapılı Amerikalı sordu:
- İngilizce mi, Türkçe mi?

Yani demek istiyor ki sizi sorgulayacağım, hangi dilde kendinize güveniyorsunuz, görün bak ben Türkçe'me kendi ana dilim kadar güveniyorum. Ben şirinlik olsun diye 'İngilizce başlayalım mı?' dedim gülümseyerek; karşı taraf ifadesiz gözlerle bile bakmadı suratıma. Dosyalardan birini biraz inceledikten anneme 'Kızını mı görmeye gidiyorsun?' diye sordu, İngilizce. Annem kısa bir şaşkınlıktan sonra 'yes' diyerek açıklamasını yapıyordu ki kağıtları damgaladığını görüp annemin koluna bir dirsek attım, hadi iyisin gibilerden. Sonra öteki dosyalardan birine geçerek 'Ablan mı kardeşin mi?' diye sordu bana. Ben de sadece 'Kardeşim' dedim. Zaten ne olduysa ondan sonra oldu. Adamcağıza bir sempatiklik geldi ki sormayın; espriler yaptı, hatta alenen gülerek sordu sorularını! Şaşkın şaşkın, umut dolu ama şımarmadan yanıtladık; ne olur ne olmazdı. Benim kağıtlarımı da damgalarla süsledi. Geriye aşkımın sorgusu kalmıştı. Hiç soru sormadan dosyadakileri inceledi, inceledi, inceledi. Kara delik gibi bir sessizlik. Ben daha fazla dayanamayarak, biraz da önceki samimiyetimize dayanarak 'O benim kocam' dedim. Başını ağır ağır kaldırıp baktı bir süre, sanki yüzümden, gözlerimden bir şeyler anlamaya çalışırcasına. Sonra kocaman bir kahkaha patlattı ve ağzından şunlar döküldü damga sesi eşliğinde:
- E tamam o zaman, niye baştan söylemedin ki!

Aktarmalı ve uzun bir yolculuktan sonra Providence'a, kardeşime ulaştık. Bu uzun yolculukta beni en çok korkutan şey daha bir kaç gün önce tanısı konmuş olan migrenimin tutmasıydı. Ne kadar şanslıydım ki bu olmamıştı; zaten hep tanrının sevgili kulu olduğuma inanırdım; tıpkı çocukluğumuzdan beri annemin hem kendisi, hem de biz kızları için söylediği gibi.

Arkası yarın...ya da tekrar yazacak kadar uzun oturabildiğim zaman :)

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Türkan Saylan

Ülkemizin değerlerinden birini daha yitirdik.

Nasıl bir azim, nasıl bir bağlılıktır ki son zamanlarında hastanede yatarken bile derneğe gelen her bir istekle tek tek yakından ilgilensin? Kendisine Allah'tan gani gani rahmet diliyorum. Tüm Türkiye'nin başı sağolsun.

MR'da eğlence

Tedavi merkezinde yattığım yerden yazıyorum. Çok zor bir iş, ama olsun. Sıkıldım dümdüz, hareketsiz yatmaktan. En iyisi geçen hafta başladığım bir yazımı tamamlayayım.

Salı günü beyin rektifiyesi yaptırdığım ustayla yani doktorumla kontrol randevumuz vardı. Her zamanki gibi kendisini görmekten çok mutlu oldum. Doktorum olarak son derece güven verici ve rahatlatıcı, hastasını sonuna kadar dinleyip ondan sonra yanıt veren ya da yorum yapan, doktor ağzıyla değil sıradan kişilerin anlayabileceği dilden konuşan, yeniliklerden daima haberdar; insan olarak ise güleryüzlü, esprili, centilmen ve karizmatik birisidir. Ayrıca en sevgili hastası olduğuna inandırır herkesi. Bol sohbet ve kahkahadan sonra MR istek formumuzu alarak görüntüleme merkezine indik aşkımla.

MR çektirdiniz mi hiç? Çok sevimsiz, rahatsızlık verici ve hatta tahammül edilmez gelir çoğu kişiye; ama kaçınılmazsa yapacak tek şey kalıyor geriye: maksimum zevk almak ;-) Ben müzik dinlettikleri kulaklığı hiç takmam. Zaten başımı oynatmayayım diye Amerikan futbolu oynayanların taktıkları kaska benzer bir şey yerleştiriyorlar, ikinci bir fazlalığı çekemem. Her seferinde bunun konuşması geçer teknisyenle aramızda: müzik dinlerseniz seslerden daha az rahatsız olursunuz, der. Ben zaten rahatsız biriyimdir, diyorum son zamanlarda; tek tek açıklamaya üşenir oldum milyon kezinci MR'ımdan sonra. Tabi onlar da haklı, kim bilir kaç hasta kulaklık istememiştir, sonrasında seslerden rahatsız oldukları için şikayet etmişlerdir. Neyse.

Çekim başladığında acaba bu sefer çıkan gürültüleri neye benzetebilirim diye kendi kendime düşünmeye başladım. Tak tak tak, tır tır tır, rrın rrın rrın, rann, rann, rann... Bir şeyler kıpırdanmaya başladı beynimde...Bazı görüntüler geliyor...

Ben, Dr. House ve Dr. Shepherd namıdiğer Dr. McDreamy beynimin içindeyiz. Her iki doktor da inşaat işçisi gibiler, ellerinde dev delgi makinaları ama dış görünümleri her zaman oldukları gibi. Bir ilave, kafalarına kaynakçı gözlüklerinin biraz irisini takmışlar. Bense ikisinin ortasında, biraz gerilerinde son derece şık bir tayyörleyim, kaynakçı gözlüğüm kah takıyorum, kah saçlarımın üstüne, kafamın tepesine oturtuyorum.

Dr. House ve Dr. McDreamy delgi makinalarıyla beynimi oyuyorlar: tır tır tır... Bir ara durur gibi yapıp delgi makinasının ayarını değiştiriyorlar: tak tak tak... Sabredemeyip soruyorum: Ustalar ne buldunuz? Elmas mı altın mı? Bana hiç aldırış etmeden delmeye devam: gırrgırrgırgııırrrrr... Sonunda ara veriyorlar. Hemen gidip yanlarına tekrar soruyorum: Evet, sonuç? Her ikisi de ellerinde beynimden kopardıkları birer parçaya bakıyorlar. Kendi aralarında konuşmaya başlayınca, en iyisi bırakayım konsültasyon yapsınlar diyorum. Ardından rann, rann, rann... Yine dinamit patlatma, çakma, oyma ve beton karma sesleri çıkaran işlerine gömülüyorlar; ben de sessiz sedasız onları seyrediyorum. Yine ellerinde beynimden parçalar ve konsültasyon faslı. Sıkılıp bu kısır döngüden patlıyorum: Ne buldunuz ya, bana da söyleyin!

Söze ilk Dr. House başlıyor. Tipik tavırlarıyla bir şeyler diyor ama ben anlamayan gözlerle Dr. McDreamy'e bakıyorum. Dr. McDreamy ağlak surat ifadesini takınıp açıklıyor: bulduklarımız ne elmas, ne altın ne de bor. Bulduklarımızın musin'in dehidrasyonuyla oluşmuş kaygan sıvıya benzer bir yapısı var, diyor. Ben aptal aptal bakarken, Dr. House çaat diye yapıştırıyor açıklamayı: sümüğümsü bir şey ya, bildiğin sümük!

N'ayır n'olamaz diye kendime acırken bir anda parlak bir fikir geliyor aklıma 'Mission İmposible'ın fon müziği eşliğinde. Ama alternatif tıp çözümümü önce doktorlarıma danışmak istiyorum. Şimdi, diyorum, bu sümüğümsü malzeme frontal lob'da değil mi? Frontal lob buruna yakın değil mi? Peki, kuvvetlice bir hımkırık bu sümüğün burnumdan fırlayıp, duvara yapışmasını sağlamaz mı?

MR makinasının içindeyim; neredeyse güleceğim. Odanın içinde bir ses çekimin bittiğini söyledi.

Ek bilgi: Frontal lob, alından başlayarak arkaya doğru uzanan, bilinçli düşünme ve istemli hareketlerin organizasyonu ve başlamasından sorumlu, beyni oluşturan 4 ana lobdan birisidir.

17 Mayıs 2009 Pazar

Fıtıııık, kaynımda da var (Cem Yılmaz)

Perşembe gecesini hastanede geçirdim.

Salı günü rehabilitasyon tedavim her zamankinden biraz daha erken bitmişti. Tedaviden sonra yaklaşık bir yıldır anneme gidiyorum Salı günleri; Cumaları da eve dönüyorum. Annem ta çocuklumdan kalma bir alışkanlıkla çayımızı demlemişti ve çok sevdiğim çay keki de yapmıştı. Kendimi bildim bileli şöyle bir uygulamamız vardı: annem görev yaptığı İstanbul Kız Lisesi'nden eve dönünce hemen çay yapardı. Yanında geliren fırından aldığı simit ya da çeşitli kurabiyeleri yerken, o gün neler yaptığımızı birbirimize anlatırdık, annem de dahil. Hiç birbirimizin sözünü kestiğimizi veya anlatılanlara ilgisiz kaldığımızı hatırlamam. Bu, annemizden gördüğümüz ve aldığımız bir terbiyeydi. Di'li geçmiş zamanı kullanmam, şimdi hala devam ettirmediğim anlamına gelmesin. Çevrem geliştikçe, yeni yeni kişiler tanıdıkça ve yeni yeni terbiyelerle karşılaştıkça, insanları bu terbiyeyi hakkeden ve hak etmeyen diye iki kategoriye ayırmayı öğrendim.

Bir yandan annemle çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da o Salı günü tedavide koordinasyon çalışmalarında kol-bacak ve ne varsa nasıl birbirine girdiğini anlatıyordum. Birinci motor nöron zedelenmesine bağlı olarak denge ve hareketlerin koordinasyonuyla ilgili sistemler ve santral bağlantılar sağlıklı çalışmıyor. Bunların uyumlu ve sağlıklı çalışmalarını sağlamak için mette (yatak) ve ayakta yapılan çeşitli koordinasyon hareketleri var. Mettekilere örnek olarak şunu verebilirim: sırt üstü yatıyorsunuz, sağ dizinini karnınıza doğru çekerken sol kolunuzu yana açıyorsunuz ve hareketi sağ diziniz ve sol kolunuzu ilk konumlarına getirerek bitiriyorsunuz. Hemen ardından sol dizinizi karnınıza çekerken sağ kolunuzu yana açıyorsunuz ve yine ilk konumlarına getiriyorsunuz. Bunları peşpeşe minimum 20 kez tekrarlıyorsunuz. Bu ve benzer çalışmalardaki amaç, yürürken sağ adımımı atmaya başladığımda sağ kolumun da istemsiz olarak havaya kalkmasını engellemek.

Ne kadar komik şeyler yaptığımı anlatırken belimdeki ağrı başlamıştı. Eve geldiğimde yine devam etti. Gece çok rahatsızdım. Sabah kalktığımda daha iyiydim. O gün nöroşirürji profesörümle kontrol randevumuz vardı, aşkımla beraber gittik. Eve geldiğimizde belimdeki ağrı biraz şiddetlenmişti. O geceyi nasıl sabah ettim bilmiyorum, kısıtlı olan hareketlerim daha da kısıtlanmıştı, neredeyse hiç eğilemiyordum, sağa sola dönemiyordum. Fizik tedavi doktorumu aradım ki ne yapayım diye, hemen MR dedi. Tedaviye gittiğim OrNöRam'ın yanındaki merkezde MR çektirdik ve doktorum muayenesini yaptı. 'Bu akşam burada kal, hemen ağrını rahatlacak birşeyler yapalım.' dedi. Zaten evim gibiydi :) Perşembe gecesini orada geçirdim. Cuma sabah MR sonucunda nur topu gibi bir fıtığım olduğu müjdelendi. Aklıma hemen Cem Yılmaz'ın 'Eveeet, kaynımda da var' demesi geldi, ve güldüm.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Dalga geçiyor galiba

Cumartesi için yazmayı düşündüğüm 'hafif' yazımın konusunun bir kısmını, Çarşamba günkü Radikal'de sürekli okuduğum Hakkı Devrim'in 'Dil Yaresi' köşesinde görünce, ne yalan söyliyeyim, 'atlatma haber'le karşı karşıya kaldığımı düşündüm :)

Şöyle başlıyordu yazım: ''İstisnalar hariç, köşeleri olan gazetecilerin Türkçe'mizin düzgün kullanımına dair laf ettiğini hatırlamam. Dilimizi çok hoyratça kullanarak yazarlar yazılarını. Bazen, tümceyi anlamak için iki kez okumak da yetmez.

Epey oldu, Radikal'in görece yeni yazarlarından Akif Beki'nin bir yazısında gözüme takıldı. Gözüme takıldı diyorum çünkü ilk bir kaç yazısının tamamını okuduğumda, sürekli aynı anlama gelen soru ya da kelimeler dizilimini kullandığını görünce sadece göz gezdirmeye karar vermiştim. Kaldı ki yazım tarzını beğenmemiştim.

'Sultan'ın aşk mektupları' başlığındaki yazısında özetle kendi dilimize yabancı kaldığımızdan bahsediyordu. Öncelikle tümcelerinden bazılarını örnek olarak sıralayacağım, noktalama işaretlerinin özellikle de virgüllerin yerini incelemek açısından. Başlıyorum, hazır mısınız?''

Sonrası tahmin edeceğiniz gibi bazı örneklerle devam ediyordu ki artık yazmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Hakkı Devrim bir okurundan gelen mektupla konuya değinmiş, Akif Beki de bugün yanıtlamış.

Yazımın ikinci ve daha heyecanlı bölümüne geçelim. Yine aynı yazısından, onun yazdığı gibi bir alıntı:
'Ingilizce'den Shakespeare okumaya mani değil de dilimiz...
Çağdaşı Osmanlı sultanıyla dil bariyerleri var, aramızda.''

Ne kadar sevindim anlatamam. Demek ben kendi derdimdeyken, beyin rektifiyesi 2 nedeniyle kendi ana dilimde söyleneni anlamayı ve yanıtlamayı, kısacası Türkçe konuşmayı hatırlamaya çalışken, yürümeyi ilk bebeklik adımlarını da katarsak üçüncü kez öğrenmeye çalışırken, ülkemde İngilizce seviyesi Shakespeare okuma düzeyine çıkmış! 'Okumak' fiilinden anladığı sadece yazıları doğru düzgün telaffuz etmek bile olsa 'keşke' diyeceğim! Hele bir de 'okumak'a, yazarın söyleyişinden yola çıkarak, 'okuduğunu anlama'yı da katarsak, hiç mümkün değil. Aslında yine 'keşke' diyeceğim. Keşke, artık evrenselliği tartışmasız kabul görmüş bir dilin kullanımı bu seyiyeye gelmiş olsa ülkemde. Yani herhangi bir İngilizin bile 'okumak' için özel bir 'Shakespeare Dictionary' kullanması gerekirken, Türkler buna gerek duymasa. Mutlaka biliyorsunuzdur, Shakespeare bazen kendine özgü bir dil kullanmıştır; yani gerçekte farklı anlamlardaki 'Elizabethan era' kelimelerine başka anlamlar yüklemiştir. Ve anlatımlarının çoğu bugünün İngilizcesinde kullanılmamaktadır.

'Okumuşlarımız bile zorlanıyorsa Osmanlıca terkipleri anlamakta...
Varın düşünün siz, ahalinin halini!' diyor. Neresinden neyi nasıl anlayacağınızı size bırakıyorum. Olduğu gibi anlamak ya da anlamak istediğiniz gibi anlamak. İşte bu, pek bir Şekspirane oldu!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Hayatımın anneleri

Cumartesi günü kardeşim aradı; Almanya'da bilimsel araştırma enstitüsünde çalışıyor. Daha sonra detaylı anlatırım ama şu bilgilerle yetinin şimdilik: ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği bölümünü onur öğrencisi olarak bitirdi, yüksek lisansını yaptı. ABD ve Avrupa'nın çeşitli üniversitelerinden burs kazandı. Tercihini ABD'nin Brown üniversitesinden yana kullandı; 2 master ve 1 doktora yaptı. Konularından biri yapay zeka idi.

Niyeti Pazar günü İstanbul'a gelip anneme sürpriz yapmakmış; nereye gidecekseniz ben de uçaktan inince oraya geleyim, dedi. Annem 9 yıl önce damağından milyonda bir görülen bir tümör aldırmıştı ve radyoterapi tedavisi uygulanmıştı - başka zaman detaylı anlatırım. Radyoterapi çene kemiklerinde, dişlerinde ve diş etlerinde çok hasar bıraktı; zaman zaman ağzında apsemsi bir şeyler oluşuyor, şişiyor bütün ağzının içi, çok ızdırap veriyor ve doğru düzgün yiyemiyor. Bu zaman zamanlardan birisi de bu Pazar'a denk geldi. Anneler günü vesilesiyle ablamla bir program yapmaya çalıştık. Ben telefonda ablamın başının etini sürekli orası mı olsun burası mı olsun diye yerken, ablam da aynı gece için eski eniştem, yeğenim ve kendisi için yemek organizasyonu yapmaya çalışıyordu. Bilmiyorum kaçıncı telefondaydı ablam 'Ben bu akşam için yer bakıyorum şimdi, yarın için sonra bakarız' deyince, 'boş ver sen şimdi bu akşamı, yarın sabahı halledelim önce!' demişim! Ablam, tabi ki, bunu beyin rektifiyelerimden birine bağlamış, sonradan öğreniyorum. O arada annem telefonla olaya dahil oldu; Pazar günü evde toplanalım önerisini getirdi. Ablamla ben, ama olmaz ki derken, annem olur olur, zaten bir şey yiyemiyorum dedi de program son şeklini aldı.

Pazar sabahı 11'e geliyordu aşkımla anneme vardığımızda. 10 civarıydı ablam aradı 'Anneler günü 3 pare top atışyla başladı, nerdesiniz?' diye sordu, ama konuşmasından anladık ki sürpriz konuk henüz yok ortada. Vardığımızda bir baktık ki Almanyalı da gelmiş. Ben olsam arar, 'ben Almanya'dan geldim, siz Etiler'den gelemediniz' diye fırçalardım; ne de olsa ortanca olmanın verdiği bir şımarıklık. Üstüne yarısı tümör olan bir beyin durumu da eklenince, oh ne ala :))

Bedenimi kahvaltı sofrasında bırakıp, benliğimi, ruhumu avizeye sardım. Bir sevinç yumağı, sevgi seli. Aradan geçen zamanda kimin neler yaptığı ve hala yapamadıklarının çoğu kez dramatize edilmiş sürümleri. Birbiriyle gurur duymalarla beraber nemlenen gözlerde, sessiz ama çok şey anlatan bakışlar. Görünmez ama kopması imkansız bir bağ. İnsan daha başka ne isteyebilir ki?

Her yeni buluşmanın klasiği haline gelen, rektifiye 1 ve 2 için ayrı ayrı, yoğun bakım, hastane, GATA, Ornöram anılarını konuşurken bir kez daha Tanrı'ma teşekkür ettim. Böylesi bir ailenin kızı, kardeşi, ablası ve teyzesi olduğum için.

Anneme teşekkür ettim; beni 'o' doğurmasaydı, yukarıda tüm saydıklarım ve daha fazlası olamazdım. Ablama teşekkür ettim, bana çok akıllı, çok güzel, çok şefkatli, sevgi dolu, kısacası her teyzenin sahip olmak isteyeceği bir yeğen verdiği için.

Aşkımın annesine teşekkür ettim; aşkımı, kocamı, en iyi arkadaşımı, ruh ikizimi ve ruhumun ilacını doğurduğu için.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Krizi algılamak, ama nasıl?

Cumartesi için daha 'hafif' bir yazı yazacaktım; kararımı değiştirdim.

Ekonomik krizin etkileri daha ağır hissedildiğinden beri bir çok gazeteci, krizin hafife alınmasına sebep olarak başbakana doğru ve yeterli bilgi verilmemesini gösterdi. En sonunda Radikal'den İsmet Berkan da bu furyaya katılınca (5.5.2009), bu işte bir yanlışlık yok mu diye uzun zamandır sorduğum soruya yanıt aramaya başladım. Bugünün konusu bu yanıtı arama.

Belki daha önce söylemişimdir; gazeterlerden bazen haberin tamamını, bazen sadece başığını, bazen de bir bölümünü keserim. Fakat amatörce bir hata yapmışım: kestiğim bölümün üzerine hangi gazete olduğunu, tarihi ve yazarın adını not etmemişim; şimdiden sonra bunları da not ederek toplayacağım malzemelerimi. O yüzden aşağıdaki haberlerin içinde geçmiyorsa ne tarihleri, ne hangi gazeteden aldığım ne de yazarın adı yok. Son derece önemli bilgiler olmasına rağmen, yazımda bunların yer almamasının rahatsızlık yaratacağını sanmıyorum; yine de özür diliyorum. Hazır mısnız?

Otomobil üretimi ocak-şubat aylarında geçen yılın aynı dönemine göre %55.8, otomotiv sektörünün toplam üretimi ise %63 azaldı

Vergi gelirleri ile ilgili bir tablo:
Tahsilat artış oranı 2007 Kasım (%) / Tahsilat artış oranı 2008 Kasım (%)
Vergi Gelirleri: 24,84 / -5,99
Gelir Vergisi: 17,45 / -6,45
Kurumlar Vergisi: 39,39 / 7,46

Otomotiv sektöründe yaşanan daralma nedeniyle Tofaş'ın 12 Ocak 2009'a, Bosch'un da 2 Ocak 2009 tarihine kadar üretimi durdurduğu belirtildi

Macarlar işsizlikle başa çıkmak için çalışmayı hafta 4 güne indiriyor

Beyaz eşyada 40 bin kişi işsiz kalabilir

İşsiz sayısı için TÜİK 2.7 milyon, TİSK 5.6 milyon diyor (Muhtemelen başka bir tarihteki TÜİK ile ilgili haber: AB'ye uyum sürecinde çalışmalarına başlanan Kısa Dönemli İş İstatistikleri'ni yayımlamaya başlayan TÜİK, sanayi üretim endeksi tanımını değiştirince, ekim ayında %8.5 olan sanayi üretimindeki azalma, yeni seride %7.2 çıktı)

Türkiye ihracatının %20'sini otomotiv ürünleri oluştururken, 1-15 Ocak tarihleri arasındaki ihracat tutarı büyük şok yarattı. Geçen yıl 818 milyon dolar olan ilk 2 haftalık ihracat rakamı %70 düşüşle 250 milyon dolara geriledi

Küresel ekonomik durgunluk, Japonya'nın ihraç ürünlerine talebi iyice azalttı. İhracat aralıkta %35'lik düşüşle 54,2 milyar dolara geriledi. İhracat şampiyonlarından Japonya üç aydır dış ticaret açığı veriyor

Almanya rekor küçülme bekliyor

Kriz artık Çin'de de ciddi hissediliyor, büyüme dokuz yıldır ilk kez tek haneli

3 milyon 650 bin kişi olarak açıklanan işsizler ordusuna, iş bulma umudu olmayanlar ve iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar hesaba katıldığında rakam 6 milyon 44 bine çıkıyor

Şimdi de madalyonun öteki yüzü:

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'a göre Türkiye krize karşı gerekli tedbirleri alıyor ve bu nedenle kimsenin endişe duymasına gerek yok. Ancak sorun hükümetin bunu anlatamaması yani, kötü takdim

Erdoğan'ın kriz yorumu: Hiç kimse zorda değil. Alışmışlar hükümetleri köşeye sıkıştırmaya. Diyorlar ki IMF'le anlaşsınlar, para gelsin, bankalara servis yapılsın

İhracatçılar camilerde ihracat hutbesi okunmasını istedi

'... Ama geometri dersi de almamız lazım; teğet geçmek de bir dokundurmaktır, orada bir zarar verecek zaten, bunu da bilmemiz lazım.'

Varlık barışı kapsamında Bakan Unakıtan 'Parası olan Allah aşkına getirsin'

Başbakan Erdoğan, Bilim ve Yüksek Teknoloji Kurulu'nun açılışında Türkiye'deki krizin psikolojik olduğunu söyledi. Erdoğan'a göre Türkiye'de 'kasıtlı olarak, psikolojik olarak, bu krizi körükleme gayreti içinde olanlar var'

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, krize karşı önlem aldıklarını iddia ederek 'Bugün yaşanan bu küresel kriz karşısında iktidar olarak, canlı bir şekilde her ay her hafta hangi karar alınması gerekiyorsa onları sosyal taraflarla beraber oturup, o kararları bir bir yürürlüğe koyuyoruz ve gerçekten de krizin Avrupa'da Amerika'da diğer ülkelerde yaptığı tahribat Türkiye'de yapmadığını hep beraber görüyoruz' dedi.

Erdoğan, TOBB'un 1 milyon 300 bin üyesinden her birinin bir kişiyi işe alması önerisini de tekrar gündeme getirerek, böylece sorunun ciddi şekilde çözüleceğini söyledi.

Şimdilik bunlar küresel krizle ilgili genel havayı vermeye yeter gibi geliyor. Sokaktaki vatandaş krizin boyutlarını algılamak için daha fazlasına ihtiyaç duyabilir de, duymayabilir de. Hangi ülkenin hükümeti olursa olsun, ellerinde gazetelerin bize sağladığı bilgilerden fazlası var olmalı. Çok daha detaylı veriler saniyesi saniyesine ellerine ulaşıyordur; vazgeçtim, saniyesinde ulaşmıyorsa bile ayı ayına ulaşır herhalde. 'Eksik bilgi', 'yanlış bilgi' gibi bahaneler çok sıkıcı ve kaba gelmiyor mu size de?

Eksik ve yanlış bilgi kısmını geçtim de, DSP'nin istifa eden genel başkanı Zeki Sezer, Abbas Güçlü'nün programında bakın neler söylemiş: 'Ben 4 Şubat 2008'de 5 maddelik öneri paketiyle başbakana gittim. Ekonomik kriz geliyor, dedim. Bana aynen şunu dedi: 'Zeki bey, merak etme, ABD'deki kriz mortgage krizi, Türkiye'de henüz mortgage tam olarak uygulamaya başlamadı.'

Bunlar ve benzeri konulara ve olaylara, 'iktidarın siyaseti bilmesi ve siyaset kültürü' içerikli yazımda ya da yazılarımda da değineceğim.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Kendime gülüyorum - 1

Bugün her zamanki gibi evdeyim. Mutfaktan salona doğru yürümeye çalışırken az kaldı düşüyordum. Diyeceksiniz ki bunda ne var. Durum sizin bildiğiniz gibi değil.

Ben yürümüyorum, elimde 4 ayaklı bastonumla yürümeye çalışıyorum. Yürümeye çalışırken, özellikle sol adımım öndeyken bazen sağ adım spasite dolayısıyla gelememiş oluyor. Ama ben fark etmiyorum; yürümeye çalışmaya devam ediyorum. Neticesinde de düşecek gibi oluyorum. Bu, beyin rektifiyesi 2'den kalma bir özellik. Neyse, sonuçta salona gittim, oturdum, ama moralim bozuk.

Amerikalıların bu duruma 'blue' dedikleri aklıma geliyor ve moralim daha da bozuluyor. Zira yazlık ev, şen, şakrak bir hava versin diye evin kapı kirişlerini koyu turkuaz rengine boyatmışım, yetmemiş evde her tonda mavi var. Ev 'blue blue' bana bakıyor, ben daha çok 'blue'lanıyorum. Her 'blue'landığım zaman yaptığım gibi, kendimi güldürecek şeyler arıyorum zihnimdeki hatıra defterimden. Aradığım şey yine beyin rektifiyesi 2'den olmalı; çivi çiviyi söker hesabı. Ve EVREKA!

Tanıyanlar bilir, hayatım boyunca 'yemek'le tek yönlü ve seviyeli bir ilişkimiz olmuştur; o da sadece karar vermek, çiğnemek ve yutmak eylemlerini içerir. Daha doğrusu geçmiş zaman eki -di'yi kullanmalıyım. Nasıl başladığı başka başka yazılara konu olmakla birlikte, sadece şunu söyleyeceğim: artık sadece yemek yemiyorum, yapıyorum da! Bugün beni güldüren hatıram ilk kez börek yapmamla ilgili.

Sanırım geçen yılın bu zamanlarıydı. Anneme yufka aldırmıştım. Börek yapacaktım. Aşkım ve ailenin tümü 'Aman Dilek tek başınayken sakın ha!' diyerek beni uyarmayı ihmal etmemişlerdi. Ama kim takar! Laptop'um zaten mutfakta duruyor, börek tarifleri hemen google'lanıyor. Tarifler dizi dizi, seç beğen al. Lafı uzatmayayım, bulduğum tarife göre peynirli böreğin iç malzemelerini, ara sosunu hazırlamak yanlış hatırlamıyorsam 1-1.5 saatimi aldı. Çoğu gitti azı kaldı diye düşünüyorum, fırın tepsisine sermesi kolay, sonrasında ben bir şey yapmayacağım ki, fırın kendisi pişirecek.

Çoğu evde olduğu gibi tepsiler, kek kalıpları, güveç ve bilimum ilgili malzemeler fırının içinde duruyor. O zamanlar dizleri bükme ve belli bir süre o şekilde dengede durma çalışmaları yapıyoruz fizik tedavi merkezinde. Bana antreman olur diye düşünerek başlıyorum fırndakileri tek tek çıkarıp tezgahın üzerine koymaya. Ama nasıl tek tek koymak? Fırının önünde dizlerimi büküyorum, dengemi sağlıyorum, fırından bir adet kek kalıbını alıyorum, dizlerimi düzeltiyorum, dengemi koruyarak tezgaha bırakıyorum. Üç parça beş parça derken, iyi gidiyorum, aslanım kaplanım yav ben diye kendimi motive etmeyi de unutmuyorum. Bakıyorum, bu işi yaparken yarım saat geçmiş. Diz miz kalmamış, bacaklar derseniz tir tir titriyor. Neyse efendim, fırında tepsilerden başkaca bir şey kalmadığı için önce oturup bir soluklanıyorum. Sonra tepsiler için yine aynı şekilde, ilk fırın tepsisini alıp ocağın üzerine bırakıyorum. Daha iki tane var. İkinciyi de gayet başarılı bir şekilde hallediyorum. Ne oluyorsa üçüncü tepside oluyor. Dengemi kaybediyorum, biraz öne biraz arkaya gidiveriyorum. Diyeceksiniz ki 'aptal, tepsiyi bırak da tutun'. Haklısınız, ama size sağ kolumun da spastik olduğunu söylemedim ki! Aptal demeyin yani bana!

Ay ay ay diyerek, öne ve arkaya sallanarak nihayetinde tepsiyi bırakıyorum. Çok geç kaldığımı ağır çekim düşerken anlıyorum. Küüt diye bir ses benden, tangır şangır diye bir ses de tepsiden. Hiç birşey düşünmeden mutfak masasının ayağını yakalıyorum. Binbir türlü denemeden sonra zeminde iki dizimin üstünde durmayı başarıyorum. Eğer buraya kadar eğlenmediyseniz, komedi başlıyor demektir. Mutfak masasının önünde dizlerimin üstünde duruyorum. Önce sol ayak tabanım zeminde, sağ dizimin üstünde olmak üzere pozisyonumu zar zor alıyorum. Yüzük kutusunu uzatıp, evlilik teklif edecekmişim gibi yani. Bu arada, masayı hiç bırakmıyorum, iki elimin tüm hücreleriyle yapışmışım masaya. Bütün çabam sol ayağımın üzerinde dikilerek sağ ayağımı da yanına getirmek için. Televizyonda mutlaka yeni doğmuş buzağı görüntülerine rastlamışsınızdır: ayaklarının üzerinde duramazlar. Bacaklarından birinden biri mutlaka dizlerden kıvrılır, küt diye düşerler. Hemen tekrar ayağa kalmaya çalışırlar ama sonuç aynıdır, bir türlü dört ayakları üzerinde duramazlar. O gün, ben eşittir yeni doğmuş buzağı. Gözünüzün önüne beni veya herhangi birini bu şekilde getirir misiniz lütfen? Hatırladıkça gülüyorum.

Nasıl ki bir süre sonra buzağılar ayağa dikilebiliyorlarsa, ben de de öyle oldu. Kalkar kalkmaz sandalyeye oturdum. Bacaklar, kollar, kafa, tüm beden 8 şiddetinde deprem sarsıntısı gibi. Şimdi kalkmazsan bir daha kalkamazsın mottosuyla böreği bitirdim. Akşam da aşkımla beraber afiyetle yedik. Çok da güzel olmuştu, acemi şansı dedikleri bu olsa gerek.

Kendisine gülmeyi becerebilen insan, kendi gerçeğini keşfetmiştir. Kendi gerçeğini farkında olarak ya da olmayarak arayanları cesaretlerinden dolayı kutluyorum; onlar kendilerini bilirler. Kendi gerçeğini bulmuş gibi yapanlar; onlar kendilerini bilmezler ama siz onları bilirsiniz, tanırsınız.

NOT: Tarif isteyenlere veririm ama A'dan Z'ye benim gibi yapacaksınız :))

5 Mayıs 2009 Salı

Altı üstü bir dans yarışması

Son zamanlarda bir dans yarışmasına takıldık aşkımla. Belki duymuşsunuzdur: "So You Think You Can Dance".

Yarışmaya kısaca değineyim. Amaç Amerika'nın en sevilen dansçısını seçmek. New York dahil olmak üzere farklı şehirlerden yetenekli dansçılar 1er dakikalık dans performanslarını sergiliyorlar. Danslar arasında bale, modern dans, latin dansları hip-hop ve çeşitleri, jazz, tap dance'i sayabiliriz. Seçmelere katılanlardan bazıları birkaçının birden eğitimini almış oluyorlar, bazıları ise hiç bir dans eğitimleri olmadığı halde herkezi büyülüyorlar, inanılmazlar. Bu 1 dakikalık gösterileri sayesinde dansçılardan bir kısmı doğrudan ön yarışmaya katılmaya hak kazanıyorlar ya da eleniyorlar. Kimileri de günlük seçmelerden sonra koreograflar tarafından 20 dakika çalıştırıldıktan sonraki performans için 2. bir şans yakalıyorlar. Amaçları kendi dans stillerinin haricindeki dansları da yapabilecek teknik bilgi, dayanıklılık vs sahip olduklarını göstererek jüriyi etkilemek, sonrası malum.

Seçilmiş olan yarışmacıları bir dizi eleme daha bekliyor. Aralarından en iyi 10 kadın ve 10 erkek dansçı, değişik koreografilerle çalıştırılarak tekil, kendilerine koreografi yaptırılarak da grup elemesi neticesinde belirleniyor. Sonrasında en sevilen dansçıyı belli bir yere kadar hem jüri hem de Amerika'lılar, o noktadan sonra sadece Amerikan halkının verdiği oylar belirliyor. Yarışmaya kısaca değineyim dedim ama pek kısa olmadı galiba :)

Benim niyetim 'vaay adamlar ne güzel yapıyolar yaa' demek değil. Amerika'daki yarışmalardan sonra, Avusturalya ve Kanada'dakileri de izledik. Hepsinde şunu gördüm: adamlar sadece eğitime bakmıyorlar. Bilginin yanında kişilik, tavır ve davranışlar, mizah anlayışı, kendini ifade etme tarzı ve daha neler neler önemli. 'Ah, bu süper!' dediğimiz insanlarla danslarını hiç beğenmediğimiz insanlar grup olabiliyorlar. Bizden hariç jürinin de süper dediği kişi küt diye elenebiliyor. Ne, n'oldu şimdi ya derken biz, sebebi açıklanıyor: grupça hazırladıkları performans çalışmalarında diğer grup üyelerine ukalalık yapmış. Aslında grup üyeleri bir yandan 'takım' oluştururken, bir yandan da birbirlerine rakipler. Can alıcı nokta, buna rağmen birbirlerine karşı saygıda kusur ettikleri anda eleniyorlar! 'İyi' ama gerçekten 'iyi' olan kazansın demeyi ve bunu uygulamayı öğreniyorlar.

Başka? Yarışmacı dansını yapıyor; bakıyoruz ki şakır şukur terlemiş ve nefes nefese ama yine de 'nasılsın?' diye sorduklarında hönkürürcesine 'öldüm bea' demiyor. Gayet kibar, bazen esprili bazen de duygusal. Jürinin olumlu olumsuz bütün eleştirilerini can kulağıyla dinliyor ki dansını yani mesleğini daha iyi nasıl yapabileceğini öğrensin. Sürekli gelişim için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar.

Daha başka? Memleketin belki en başarılı koreograflarıyla çalışıyorlar. Yarışmanın gelip geçici olduğu gerçeğini hiç unutmuyorlar, ona göre davranıyorlar. Bu koreograflardan sadece yarışma için yapacakları dansı öğrenmek yerine, bu dans ve bundan türemiş dansların genel kurallarını da soruyorlar, anlıyorlar. Bütünleşik bakış açılarını geliştiriyorlar, koruyorlar.

Başka başka? Bugünlere gelmelerine yardım eden, kendi kendilerine inanmazken bile onlara inanan, güvenen ailelerine, öğretmenlerine, arkadaşlarına, sevgililerine ve daha başka kimler varsa hep teşekkür ediyorlar. Her fırsatta. Satın alınamayacak bir olgunluk.

Gördünüz mü, altı üstü bir dans yarışmasından 'Batı'nın ahlaksızlıkları'ndan (R.T.E.) başka neler alıyor insan?

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Güzel Türkçe'mizde sıfatların kullanım yerleri sorunu

Eskiden çok meraklıydım kuralına uygun konuşmaya, yazmaya. İlkokulda en hızlı ve en doğru okuma yarışmalarında kimse elime su dökemezdi, kompozisyon yarışmalarının da gediklisiydim.

Tümörlerimden biri beyindeki konuşma merkezi üzerinde olunca, 2. beyin rektifiyem sırasında onu da aldılar. Tabi ameliyattan sonra konuşma yetimi kaybettim. Sonrasında konuşmayı hatırladım ama üç beş parça kelimeyle ve dilbilgisinden yoksun olarak. Konuşma terapileriyle bugünlere geldim. Şimdilerde yeniden öğreniyor gibi olduğum için ayrı bir hassasiyetim var bu tarz konulara.

Aklımı kurcalayan sorun niteleme sıfatlarının bir makam ile kullanılırkenki yer sıralaması. Hem TV'de hem de yazılı basında yanlışklar yapılıyor gibi geliyor bana. Örneğin şöyle deniliyor:
'Eski Boğaziçi Üniversitesi Rektörü İç Bakla'
'Eski Tarım ve Köyişleri Bakanı Kuru Fasülye' ya da
'Eski Milli Kütüphane Başkanı Kadınbudu Köfte'.

Benim bildiğim 'eski' sıfatı önüne geldiği kelimeyi tamlar, yani o kelime 'eski' anlamını kazanır. Bu durumda Boğaziçi, tarım ve milli kelimelerine 'eski' anlamı yüklenmiş oluyor, ama bunlar sadece basit birer kelime değiller, bir makamı işaret ediyorlar. Bu durumda Boğaziçi Universitesi'ne, Tarım Bakanlığı'na ve Milli Kütüphaneye eski demiş oluyoruz. Halbuki demek istediğimiz buraların yöneticilerinin eski olduğu. Anlatabiliyor muyum?

O zaman ne dememiz gerekir?

'Boğaziçi Üniversitesi eski Rektörü İç Bakla'
'Tarım ve Köyişleri eski Bakanı Kuru Fasülye' ve
'Milli Kütüphane eski Başkanı Kadınbudu Köfte'. Başka bir doğru ifade tarzı da 'Boğaziçi Üniversitesi'nin eski rektörü İç Bakla' ya da 'Tarım ve Köyişleri eski bakanlarından Kuru Fasülye' olabilir.