Yarattığın dünyadan ibaretsin, ne bir eksik ne bir fazla.

13 Ocak 2011 Perşembe

Kırklareli, Edirne, Çanakkale üzerinden Artur

Dün çalışma odasına biraz çeki düzen vereyim derken elime 2003 yılına ait bir ajanda geçti. Neymiş diye bakınca geçen Ağustos'ta annem, ablam, yeğenimle birlikte çıktığımız tatilin notlarıyla karşılaşmayayım mı! Yuh olsun bana dedim. Yolculuğun birinci yıl dönümü gelmeden hemen yazayım bari.

Türk'ün yardımseverliği  ;-)

Aslında destinasyon yine Artur'du ama, hadi bu sefer geze geze gidelim dedik ve Kırklareli, Edirne ve Çanakkale'yi kapsayan bir yol programı yaptık. Nerelere gideceğimizi, neleri göreceğimizi listeledik. Kalabileceğimiz otellere Melis'ciğimle birlikte baktık. Bir çoğu odaların fotolarını internet sayfalarına koymuşlar zaten. Ama tuvalet-banyo konusunda sorunlu bir kişilik olduğum için, fotosu olmayanları tek tek aradım, ki otele gittiğimizde herhangi bir sürpiz olmasın. Doğal olarak bir kısmı uydu, bir kısmı uymadı; uymayan otelleri eledim hemen.

Edirne'deki Taş Odalar Oteli'ni

internetten hepimiz beğenmiştik. Oraya da telefon açıp, tuvalet ve banyoların durumunu sordum. Duş kabin miydi, küvet miydi; yerden yüksektiği ne kadardı, plastik sandalye sığar mıydı, tutunma barı var mıydı falan gibi detaylı sorularım karşısında görevli fena halde sıkılmış olacak ki, şöyle bir cevap verdi:

''Neyse hanfendi, siz gelin de biz yardımcı oluruz.''

Hö???

Püskürmeden kapamayı başardım telefonu. Yurdum insanı böyle işte... candan, yardımsever :))

Olay şöyle gelişecek yani: tuvalete ya da banyoya gireceğim vakit resepsiyonu arayacağım, diyeceğim ki 'ben banyoya giriyorum'. Görevli kimse artık o, elindeki işi bırakıp bi koşu odaya gelecek ve yardımcı olacak... Artık neye ve nasıl yardım edeceğini o an göreceğiz :)) Bu 'yardım' teklifine kese falan dahil mi diye sormayı çok düşündük tüm ailecek, ve daha ne geyikler.

Hala da hatırlayınca çok gülüyoruz; komiksin yurdum insanı ya. Sen bizi güldürdün, Allah da seni güldürsün, ne diyeyim. Haliyle bu teklifi başka hiçbir otel yapmadığı için, Taş Odalar Oteli'ne yaptık rezervasyonumuzu.

Sabah 7.30'da düştük yola.

İstanbul - Kırklareli arabayla 200 km., tam 2 saat sürüyor. Gişelerin çıkışında, Atatürk'ün çeşitli fotoğraflarının olduğu devasa bir 'Atam İzindeyiz' yazılı tabelayla karşıladı bizi Taşağıl Köyü. Anında hepimiz iki göz iki çeşme misali. Çok ağladık, çok da dua ettik Ata'ya, tüm bu uğurda şehit olanlara, bu tabelayı yaptıran Taşağıllılara. Gözlerimiz kan çanağı, burunlarımızı çeke çeke ilerlerken yandaki tabelayı gördük. Ablamla birbirimize baktık. Pilot ve kopilot olarak '60 km ne ki?' diye kikirdedik ve ver elini Bulgaristan sınırı!

Gençler planda olmayan bu '60 km'nin, 
seyahatlerinin ilerleyen kısmına damgasını vuracağından habersiz 
yeni rotalarına doğru yol alıyorlardı.

Dereköy Sınır Kapısı 


Sınıra giden yol mısır ve ay çiçeği tarlalarıyla bezenmiş. Aralarda kavak ağaçları kümelenmiş. Ayçiçeklerinin yemişleri olgunlaştığından, kafalarını kaldırıp güneşe bakacak halleri kalmamış. Toz toprak içindeki yolda ilerlerken şahin bakışlarım bir tabelaya takıldı. Ablama biraz yavaşlamasını söyledim. Daha şimdiden ve klimaya rağmen başıma güneş mi geçmişti, hayal mi görüyordum? İyice yaklaşmış olduğumuzdan kızlara tabelayı görüp görmediklerini sordum. O sırada ablam arabayı durdurmuştu zaten. Önce tabelaya, sonra birbirimize, sonra bir kez daha tabelaya baktık ve bastık kahkahayı. Hepimiz aynı şeyi görüyor olduğumuza göre ya hepimiz hayal görüyorduk, ya da tabela gerçekten vardı.  Yanımıza aldığımız tüm kitaplara, haritalara baktık acaba göl ya da başka bir su birikintisi var mı diye, ama yoktu işte. Yine de tabela, tozdan topraktan kumsalda bize öylece bakıyordu. Elimizde kanıt olsun diye fotoğrafını çektik. Biraz ileride yol çalışması yapan insanlar vardı. Durup onlara da sorduk. Yokmuş bu civarda, öyle dediler. Biz de, bu da olur, su olmayan yerde yüzmek yasaklanabilir, ne de olsa burası Türkiye, diyerek yolumuza devam ettik. 




Sınıra yaklaştıkça değişim de başladı. Toz toprak içinde kaybolan asfalt yol, bayağı otoban kılıklı bir şeye dönüştü. Yolun iki yanını büyük, yüksek ağaçlar sardı. Doğal olarak hava da serinledi. Şimdi söyleyeceklerime inanmayanlar çıkabilir. Kendi burunlarıyla duysunlar diye Dereköy'e gidebilirler. Yemin ediyorum, sınıra yaklaştıkça bir küf kokusu bastı ortalığı. Nedenini sınır kapısına varınca keşfettik. Görevlilerin lojmanı içler acısı bir durumda. Öyle anlatılacak gibi değil. Hani köpek bağlasan durmaz derler ya... İnsan utanır biraz. Burası Türkiye'nin giriş kapılarından biri. Böyle sefil bırakılır mı! İş konuşmaya geldi mi büyük ülkeyizdir, ama Dereköy sınır kapısı hiç öyle bir izlenim vermiyor. TOKİ cami yapmaya bir dakikalığına ara versin de, buraya bir güzel lojman diksin.


Devam edecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder