Dedim ya, günlerdir İsviçre'deyim.
Hava ciddi anlamda soğuk ve yağmurlu. Hatta geçenlerde lapa lapa kar yağdı. Ama ertesi sabah hiçbir şey kalmamıştı. Paskalya olduğu için kardeşim de tatildeydi; araba kiralayıp çok güzel gezdik, Bern Alpleri'nden tutun da Emmental peynirinin yapıldığı tesislere kadar çok çeşitli yerlere gittik. Hepsini anlatacağım. Bu arada da bu 'gavur'ların, 'insanlık'larından bahsedeceğim.
Türkler için at 'ölünce' yerini, motororize at da denebilecek olan
araba alıyor. Markasının, modelinin, sahibine her yerde üstünlük sağlaması gerektiği gibi bir 'dünya görüşü' ne zaman ortaya çıkıyor bilmiyorum. Bugün artık kakaya dönüşmüş bir şaka olarak mı başladı, onu da bilemiyorum. Hiçbir ana-babanın evladına,
''Bak evlat, artık motorize atın var. Herkesler senin önünde eğilecek, senin için yaptırdığım bu asfaltlarda önünden çekilecek, sana şöyle saygı duyacak. Saygıda kusur eden olursaaaa...''
dediğine ihtimal vermek istemiyorum. Ama gel gör ki, bugün geldiğimiz noktada, Porsche'ler, Hummer'lar, Mercedes'ler, BMW'ler, Range Rover'larla birlikte dökülen Doğan görünümlü Şahin'lere varıncaya kadar her motorize at sahibi kendisini asfaltların efendisi gibi görüyor. Yasak yerden dönüp trafiğin içine edenler, kırmızı ışıkta geçip tehlike yaratanlar, kuralları hiçe sayıp cana kastedenler... Sinyal vermeden dönenleri, yayalara öncelik vermeyenleri falan hiç söylemiyorum bile... Sanki kendileri hiç yaya olmuyorlar-olmadılar... Sanırsın her Türk anasının karnından arabayla çıkıyor! Aşağılık kompleksi midir, sonradan görmelik midir nedir, anlamak mümkün değil.
Kardeşim ehliyet işlerini biraz yavaştan aldığı ve de burada arabaya gerçekten hiç ihtiyaç duyulmadığı için kiraladığımız arabayı kocam kullandı.
Önce, nasıl olur da arabaya hiç ihtiyaç olmuyor, onu anlatayım. En uç örneği vereyim: İnsanlar malzemelerini sırtlandıklandıkları gibi trenlerle Alpler'e gidip paşa paşa kayaklarını kayıyorlar, snow board'larını yapıyorlar. Bisikletleriyle trenlere binip nereye gitmek isterlerse gidiyorlar.
İsviçre trafiği ile ilgili bilinmesi gerekenler: Tramvaylar en öncelikli, sonra bisikletler ve yayalar. Şehir içinde bisiklet yolu diye çizgiyle ayrılan bölümler var. Arabalar tamamen 'ikinci sınıf vatandaş'. Şaşırma gülüm, isteyince, hayat felsefesi haline getirince oluyor. Hep diyorum, her işin başı eğitim. Sonuçta bizim gibi trafik kurallarını uygulayan kişiler için nerede, hangi ülkede araba kullandığının çok önemi olmuyor.
Türkiye'den gelen biri olarak şehirlerarası yolda en çok hayret ettiğim şey şu oldu: Sol şerit kimsenin tekelinde değil. İstediğin kadar son model, büyük ya da mini bir araba olsun, sollamak için sinyal veriyorlar, geçmek istedikleri aracı güvenli bir mesefade arkalarında bırakınca, sinyal verip bir yandaki sağ şeride geçiyorlar. Ne tamponun dibine kadar girip selektör yapıyorlar, ne de korna çalıyorlar. Zaten korna sesi hiç duymadım, yemin ediyorum.
Otoyoldan şehire girişlerde ise çok akıllıca bir iş yapmışlar. Şehre en az dört farklı noktadan giriş vermişler. Her bir giriş noktasında ise 3 şeritli yol devam ediyor; bizdeki gibi şehire 1 ya da 2 giriş verip onlar da 5 şeritten 3'e inmiyor. Böylece şehir girişlerinde trafik tıkanması, keşmekeş, en önemlisi de çıldıran insanlar olmuyor.
Şimdilik bu kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder